12 Ekim 2009 Pazartesi

antifa izmir kolektifi








T

antifa-chasseurs de skins

Paris, 80′ lerin başı… Skinhead hareketi Fransa’ da etkinlik kazanmaya, provakasyonlar ve ırkçı suçlar patlamasıyla gelecek on yılın konusu olmaya hazırlanıyor. Bu zaman zarfında, faşist saldırılara karşı koymak için gruplar oluşmaya başlar ve neredeyse bir şehir gerillası mücadelesine girişirler. Bunlar arasında en bilinenleri, Red Warriors, Duck Boys ya da Ruddy Fox gibi antifaşist gruplanmalardır. Genç Parisliler onları “skinhead avcısı” olarak adlandırır. Gerekçeleri: faşistlerin kullandığı şiddeti onların aleyhlerine döndürecek tüm gerekli araçlarla, faşizme ve ırkçı eylemlere karşı koymak. ANTİFA sadece bir kültürün, skinhead hareketinin tarihi değil, aynı zamanda otonom, şehirli ve bugün Avrupa’nın her yerinde tanınan ultra sert bir antifaşizmi yaratan grupların tarihidir. Görüşmeler aracılığıyla, antifa grubunun önde gelen üyeleri, siyasi angajmanlarını ve 20 yıl önceki sokak gençliği ile ilgili tanıklıklarını aktarıyor. Özel arşivlerinin yardımıyla ANTİFA dönüm noktası olan bir döneme, rock’ın sonu ve rap’in başlangıcı arasındaki kuşağa bir ışık tutuyor.

ANTİFA
kelimenin kullanimi yanilmiyorsam
komintern'in ikinci emperyalist savas sirasinda dogu avrupa'daki anti-fasist direnis orgutlenmesine dayanir. savas sonrasinda dogu almanya'da "antifa komiteleri" yari-resmilesir: bir kismi irkciliga ve fasizme karsi partinin kurdugu egitim gruplarina donusur, bir kismi parti desteginde mahalli isci orgutleri olarak eski nazilerin yargiclik, polis sefligi, vs. gibi islerde barinmamasi, eli kanli olanlarin yargiya teslim edilmesi icin faaliyet gosterir. (soguk savas dogu almanya'da nihai agirligini koymadan once, aralik 1946'da hessen eyaletinde antifa isci komitelerinin kampanyasi sonucunda yapilan referandumda %70 gibi bir cogunluk kilit sanayilerin kamulastirilmasi icin oy vermisti.)1970'lerden itibaren "antifa", aralarinda anarsist ve anarko-komunist gruplarin da bulundugu cok cesitli anti-fasist olusumlarin benimsedigi, farkli bir mecrada gelisen bir hareket oldu. bazi avrupa ulkelerinde tutunmussa da, tanimlayici guzergahi fasizmden en cok cekmis dogu ve bati almanya olmustur denebilir. irkci, milliyetci, gocmen-karsiti ve kapitalist grup ve politikalara karsi militanlik olcusu gruplara gore degisen bir muhalefet cephesi olusturdu antifalar [dogrudur, isim olarak da kullanilmis tabir].almanya menseli uc temel antifa akimindan bahsedilebilir ya, bu sayiyi artirmak isten bile degil sanirim:birincisi, duvar yikildiktan sonra faaliyete gecen, pds bunyesindeki egilimdir. bu grup ozellikle savas sirasinda almanya'daki antifasist mucadeleye ait mekanlari ve anilari canli tutmaya ozen gosterir. son birkac senedir biraz daha saglam duruyor gibidir bu kanat.ikincisi, sosyal demokrat egilimli parti ve orgutlerin meylettigi, sulandirilmis cizgidir. bu egilimdeki ciddi bir kapitalizm-karsiti ve gocmen-yanlisi politika uretmeyen gruplar genellikle yerel duzeyde oy toplamak icin anti-fasist bir retorik kullanirlar.ucuncusu, daha sahici olan, "antifa" ismine hakkini daha saglam veren bagimsiz radikal sol orgutlerden murekkep bir egilimdir ki bu cizgiden biraz daha uzun bahsetmek gerekir. 1980'lerde bati almanya'da, sonra da birlesmis almanya'da anti-fasist mucadeleye (en azindan avrupa capinda) anlam, guc ve ilham veren autonomen one cikan antifa kolektifi olmustu. genc militanlardan ve issizlerden olusan bu kolektif, sadece yukselen neo-nazi siddetine degil, almanya'nin neoliberallesmesiyle alti oyulan refah sistemine de karsi orgutlenmisti. geleneksel parti formundan uzak, daha anarsizan bir cizgisi olan autonomen diger sol gruplara kiyasla marjinaldi, ama anti-fasist olmayi ahlaki bir odev addetmis, gocmen-karsiti siddetin her turlusune karsi sokaklarda dovusmek de dahil olmak uzere her sekilde mucadeleye hazirdi. bazi sehirlerin bazi bolgelerinde neo-nazi gencligine karsi faaliyet gostermekten bagimsiz dayanismalar kurabilmisse de hareket agirlikla bu sokak mucadelesine bagimli idi.italyan otonomist hareketine de fikri ve ameli olarak cok sey borcludur hareket, ancak bir donem operaismo'nun elde ettigi kadar guclu bir isci tabani olmamistir. yine de ozellikle 80'lerde bati berlin'in kenar mahallelerinde dinamik ve komunal bir yeralti kulturu olusturmuslardi. duvarin yikilmasiyla hareketin siyasi keskinligini yavas yavas yitirip bir "yasam tarzi" solculuguna dogru devrildigi soylenebilir -- ki solun genel olarak emekci ve militan tabaninin zayifladigi, sermayenin refah devleti "parazitleri"ne karsi zafer ustune zafer kazandigi bir donemdir zaten.hareketin enerjisinin tukendigini gosteren donemec 1992'de rostock'taki kalabalik fasist siddet gosterisine mudahaleden aciz kalinmasi olsa gerek. 5 gun boyunca neo-naziler gocmenlerin yogun oldugu bir siteyi abluka altina almis, bir suru insani yaralamis, apartmanlara molotof kokteyli atmislardi. olaylarin zirvesinde 1000'den fazla fasist toplanmisti mahalleye. polis ve itfaiye kararli bir sekilde mudahale etmemisti. antifalar da orgutlu bir sekilde saldiriya gecmekten cekindiler. bir aktivist soyle hatirliyor: "on sene boyunca fasist siddeti hosgormeyecegimizi soyledik ve kucuk neo-nazi gruplariyla catistik. ama ilk kez gercek bir kitlesel fasist siddet olayi oldugunda hic bir sey yapilmadi."bu olaydan sonra daha "saygin" neo-nazi gruplarinin etkisiyle almanya'daki gocmenlik yasalari baskici bir yonde degistirildi. antifa gruplari irkcilik-karsiti konsensusu kendi kucuk karsi-kulturlerinden oteye, genis bir koalisyona yaymanin onemini teslim ettiler. bu donemecten sonra irkci gruplarin guclenmesine ragmen pds'i, yesiller'i ve bazi sosyal demokrat gruplari da icine alan anti-fasist koalisyonlarin daha fazla mumkun oldugu, antifalarin da bu yonde calistigi soylenebilir. sokak catismasi taktiginden yoksul isci mahallelerinde orgutlenmeye, parti ve sendikalarla isbirligine dogru bir kayis.antifalar bir zamanlar alman devletince "gewaltbereite linksextremisten" (siddete hazir solcu radikaller) olarak tanimlaniyordu. bugun hareket, geleneksel marksist-leninist orgutlenme tarzlarindan bambaska bir yol izlemeyi surdurse de, cok daha genis bir koalisyon icinde, cok daha orgutlu bir sekilde anti-fasist mucadeleyi surduruyor. (bu yazı alıntıdır)












ANTİFA

(ANTİ FAŞİST HAREKET)


KOMÜN-İSYAN-DEVRİM-ANARŞİ

-FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA-

antifa izmir kolektifi
antifa-izmir facebook
antifaanarsi@gmail.com
*******************************************************************************************************************************************

ANTİFA TÜRKİYE

http://www.antifa-tr.org/
bildiri@antifa-tr.org

**********************************************************************

diğer illerden ANTİFA

------------------------------

Yeryüzündeki en büyük hastalık nedir diye sorarlarsa birgün elbette kuşkusuz Faşizm diye cevap vereceğim. Faşizm dünyada insanların canını alan en büyük, en kirli ve en insanlık dışı insan üretimi bir canilik, soyculuk ve putçuluktur. Faşizme karşı mücadele sınırlandırılmış ideallerin dı...şında tüm özgürlükçü ve anti faşist düşünceye sahip kişilerce ideoloji gözetmeksizin verilmelidir. Faşizm belirli bir noktada değil her yerdedir. Yapmamız gereken ilk iş; içimizdeki faşisti yakalamak ve onu derhal yok etmektir derim. Antifa İzmir grubuna, yapacakları her şey için şimdiden teşekkürlerimi sunar, Üretecekleri her fikri merakla beklemekteyim. Antifa Antalya/

bildiri@antifa-tr.org

anarchistdream@gmail.com

*****************************************************************************************

Mahnovşçina, UKRAYNA- ANARKO-KOMÜNİST HAREKET

1918-1921 yılları arasında Ukrayna bölgesinde gerçekleşmiş anarko-komünist isyancı ordunun hareketi.
Bolşevik hükümet ile Almanlar arasında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması'nın ardından Avusturya-Alman birlikleri Ukrayna'yı işgal ederek kukla bir hükümet kurdular. Mahnovistlerin bu hükümeti devirmeleri üzerine, Aralık 1918'de Ukrayna'nın yolu Bolşeviklere yeniden açıldı. Mahnovistlerin özgür bölgelerine girerek onları, parti, devlet ve Kızıl Ordu'nun otoritesi altına almak istediler. Bunun üzerine, Kızıl Ordu ile Mahnovistler arasında üç yıl süren bir iç savaş başladı.
Ukrayna anarşist hareketi (Mahnovşçina), anarşist devrim düşüncesinin ilk toplumsal karşılığıdır. Hareketin Mahno’nun kişiliğinde cisimleşen devrimci karakteri, gücünü yoksul Ukrayna köylülerinden almıştır. Yaklaşık 3 yıl boyunca tüm Ukrayna’da Wrangel ve Petlura’nın beyaz karşı devrimci ordularına karşı mücadele veren hareket, özgürlük savaşında Bolşeviklerle de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Etkisi sadece savaş stratejisiyle sınırlı olmayan hareketin, Ukrayna’nın tüm kırsal bölgelerinde anarşist komün ve toplumsal dönüşüm projelerini de hayata geçirdiğini söylemek yanıltıcı olmaz. Hareket etkinliğini artırdığı her bölgede hızla üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini geliştirmiş, yerel halk milisleri kurarak toplumsal işleyişi üretimin devamlılığı ve devrimin güvenliği mantığıyla örgütlemiştir. Temel teorik arka planını anarşist komünizmden alan hareket, yaklaşık otuzbin kişilik milis kuvvetiyle benzeri görülmemiş bir örgütlenme yaratmayı başarmıştır. Hareketin örgütlenmesi yenilgiden 5-6 sene sonra kaleme alınan “Liberter Komünistlerin Örgütlenme Platformu” broşüründe ana hatlarıyla çizilmeye çalışılmıştır.
15 Ekim 1920'de Bolşeviklerle Mahnovistler arasında yapılan son anlaşmanın ardından Mahnovistler, Wrangel Ordusu'na karşı büyük bir saldırı başlattılar. Üç hafta gibi kısa bir sürede 4 bin esir alarak Wrangel kuvvetlerini Kırım'da kesin bir yenilgiye uğrattılar. Bolşevik iktidara yönelen son karşıdevrimci tehlike bertaraf edilmişti! Artık Mahnovistlere ihtiyaç yoktu. Anlaşmanın üzerinde henüz bir ay geçmemişken, Kızıl Ordu ile Mahnovistler arasında, bütün Ukranya'ya yayılan ve 1921 Ağustosu'nda Romanya sınırında noktalanan amansız bir savaş ve ölüm kasırgası başladı.

************************************************

Gerilla savaşı

Gerilla savaşı küçük ve gizli birliklerin düzenli bir
orduya karşı yürüttükleri yıpratma savaşı taktiği, zayıf kuvvetlerin güçlüye karşı uyguladığı direniş savaşının unsurudur.
Gerilla terimi
Yarımada Savaşında İspanyalıların Napoleon'un Fransız ordusuna karşı mücadelerde kullandıkları taktiği "Küçük savaş"ın İspanyolcasıdır. İlk defa Arabistanlı Lawrence tarafından yazılı bir savaş konsepti haline getirildi. Sun Tzu'nun öğretilerini bilen Mao Zedung tarafından başarıyla uygulandı.Mao'dan ilham alan Vo Nguyen Giap, Che Guevara ve Carlos Marighelle gerilla harbinin geliştirilmesinde katkıda bulundu.[1]
Gerilla savaşı,
Kurtuluş Savaşı sırasında çetelerin yaptığı gibi işgal ordularına karşı olabileceği gibi, Küba devriminde görüldüğü gibi ülkedeki baskıcı yönetime karşı da olabilir. II. Dünya Savaşı’nda Nazi ordularının işgal ettiği Bulgaristan, Yunanistan, Fransa, Yugoslavya, SSCB gibi ülkelerde yürütülen gerilla savaşlarına, Fransızcadan gelen partizan savaşı denir.
Gerilla harbinin başarılı olması için halkın gerillaya desteği şarttır. Gerilla coğrafi şartlardaki olumsuzlukları düşman lehinde kullanabilmelidir. Gerilla savaşta nihayi sonu almayı yani düşmanı yenmeyi hedeflemez, düşmana zarar vermeyi, savaşma azim ve iradesini kırmaya çalışır. Dış desteğin sağlanması da gerillanın başarılı olabilmesi için hayati önem taşır. Gerilla kısa sürede belirlenmiş bir cephede veya alanda muharebe etmez. Çok uzun bir dönemde ve geniş bir coğrafi alanda taarruz zamanı ve istikameti kestirilemeyen ani baskınlar, pusular ve sabotajlar ile amacına ulaşmayı hedefler.
[1]
Gerillacılar genelde üniformayı andıran özel giysiler giyerler. Tarihte, geniş halk desteği alan gerilla savaşlarının başarılı olarak yavaşlatma ve düşmanı yıpratma taktiğidir. Bunun diğer bir faydası da ordunun lojistik kaynağını tüketmektir.

*********************************************************************************

Anarşist Komünizm;


Anarşist Komünizm 14. yüzyılda bir red ve bir istekten doğan anarşizmin komünist koludur. Reddedilen otoritedir. Nitekim anarşist kuramcı Proudhon 1851'de "artık ne kilise'de ne de devlet içinde,ne toprakta ne de parada da otorite olmamalıdır" diyordu. İstenilen de özgürlüktür.
Anarşist düşünce Marx'ın bilimsel sosyalizmiyle çelişir. Anarşizmin ispanyadaki kurucusu Guiseppe Fanelli ile 1. Enternasyonale katılan Bakunin, "dünyada eşitlik, komünler içinde serbestçe örgütlenmiş ve federasyon haline gelmiş üretim birliklerindeki kolektif mülkiyetin ve emeğin kendiliğinden örgütlenmesiyle gerçekleşmek zorundadır" der. Nitekim, daha Enternasyonal'ın başlangıcında işçiler ikiye bölünmüştü. Biri Marxçı diğeri Proudhoncu olan bu iki akım özellikle cenevre(1866) ve Lozan(1867) kongrelerinde çatıştı. 1. Enternasyonal'den sonraki kongrelerde anarşistler yenik düştü. Anarşistlerin öncülerine göre yapacakları propaganda yeniden gözden geçirilmeliydi. Bu düşünceden hareketle italyan anarşistler,1877 de şiddet kullanmayı önerdiler: "sosyalist ilkelerin eylemlerle ortaya konmasına yönelen ayaklanma, en etkin propaganda aracıdır. Bu araç kitleleri yanıltmadan ve bozmadan en derin toplumsal katmanlara nüfuz edebilir ve enternasyonal'in desteklediği mücadelede insanlığın diri güçlerini yanına çekebilir"(1876 da Cafieronun Malatestaya yazdığı mektup). Bu düşünceden hareket eden italyan anarşistleri, Benevento'da taşra arşivlerini ateşe vermeye ve yoksullara para dağıtmaya giriştiler. yapılan baskılar anarşist düşüncenin yayılmasına, özellikle ispanya ve rusyada engel olamadı. Bu arada Bakunin ve Kropotkin, eksiksiz ve evrensel nitelikte olduğunu düşündükleri bir eğitim sistemi ortaya koyarak Proudhon'un düşüncelerini geliştirdiler.
Anarşist Komünizmin örgütlü pratikleri, kendisini tarihte Ukrayna ve İspanya iç savaşında gösterir.

komünist anarşizm, anarko komünizm veya özgürlükçü komünizm olarak da bilinir. Anarşist komünizm geniş anlamıyla sosyalist bir akımdır. Yani kapitalizmin ancak toplumsal bir devrimle ortadan kalkacağını ve bunun da sınıf eksenli bir mücadeleyle gerçekleşeceğini savunur. Anarşist komünistler diğer bir sosyalist akım olan marksistlerden farklı olarak devrimden sonra iktidarın devletin tekelinden toplanmasına karşı çıkar. Bunun devlet iktidarına sahip olanlar ve olmayanlar arasında ayrışmaya yol açacağını, iktidara sahip olanların yozlaşacağını ve toplumun çıkarına göre davranmak yerine iktidarlarını koruma, kuvvetlendirme yoluna gideceklerini savunur. Anarşist komünistler bunun yerine tüm kararların toplumun tamamının katılımıyla alınmasını savunur.
Aynı zamanda
devrimci örgütlenme modeli konusunda da marksist ve burjuva partilerden farklılaşır. Toplumun tabandan örgütlenmesini savunduğu gibi devrime giden süreçte anarşist komünizmi savunan bir örgütün de hiyerarşik olmaması, içinde herhangi bir otorite barındırmamasını savunur.

Anarşist komünizm fikri 1870’lerde, kollektivist modelin eleştiri süreciyle beraber gelişti.
Anarşizm, Uluslararası Emekçiler Birliği (IWPA veya I. Enternasyonal, 1864-72) içinde doğmuş ve gelişmiştir. İlk anarşistler genelde kolektivistlerdi; Enternasyonal içinde Marx tarafından savunulan biçimiyle “komünizme” karşıydılar. Kolektivizm, bir iş yerinde çalışan işçilerin üretim araçlarını ele geçirmesi ve onları beraberce idare etmesini öngörüyordu.
Anarşist komünizm, sadece emek araçlarının ortaklaştırılmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda emeğin ürünlerinin de toplumun tamamı için ortaklaştırılması ve “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ilkesi doğrultusunda dağıtılması gerektiğini vurguluyordu.
1880’de, Jura Federasyonu konferansında, (temel olarak Fransızca konuşan İsviçre Jura’sının anti-otoriter emekçiler federasyonu), ilk defa anarşist bir konferans ekonomik örgütlülük olarak komünizme sıcak bakılmış oldu. İtalyan devrimci Carlo Cafiero bu konferansta komünist tezleri şöyle savunmuştur: “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz. Gerçekten de, sınırlamaya dair en ufak bir ipucu, otoriterliğin tohumlarını taşıyacaktır. Ve bunu seri bir şekilde türeyen kanunlar, mahkemeler ve jandarma olmaksızın düşünemeyiz. Komünist olmak durumundayız çünkü kolektivist safsatayı anlayamayan insanlar, Reclus ve Kropotkin arkadaşların da belirttiği gibi komünizmi kusursuz bir şekilde kavrayıp benimseyebilirler. Komünist olmak zorundayız çünkü bizler anarşistiz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.”
Komünizm, hem üretimi ve dağıtımı hem de toplumsal olarak üretilen serveti ortaklaştırmamız gerektiğini söyleyen öğretidir. Komünizm, yerine dünya çapında sınıfsız bir toplumun alacağı sınıflı sistemin ve ücretli köleliğin kaldırılmasını hedefler. Anarşist komünistlerin düşüncelerine göre, gerçek komünizmin tek hedefi devletin yıkılmasıdır; çünkü devlet, egemenlik ve sınıf hükümdarlığı üzerine kurulu politik örgüttür.
Anarşist Komünist düşünür ve eylemciler
Peter Kropotkin
Nestor Makhno
Errico Malatesta
Carlo Cafiero
Emma Goldman
Ursula Kroeber Le Guin
Mihail Bakunin
Buenaventura Durruti

**************************************

HAYAL EDİYORUZ.

VE HAYALLERİMİZİ GERÇEKLEŞTİRMEYE ÇALIŞIYORUZ.


ÖZGÜRLÜK İÇİN SAVAŞMAYA. ANTİFAYLA ÖZGÜRLÜĞE.

*ANTİFA SOKAK KULÜBÜ tiyatro,spor,eğitim

*ANTİFA KOLEKTİF EMEK ATELYESİ

*ANTİFA KOLEKTİF YAŞAM EVİ

antifa kolektif emek atelyesi ve kültür merkezi...

HAYAT SOKAKTADIR


******************************************************

özgür , eşit bir dünya için
yönetenin, yönetilenin olmadığı bir dünya için
sınırların, silahların,savaşların olmadığı bir dünya için
antifaşist mücadeleyi geliştirelim.

faşizme karşı mücadele devrimci mücadeledir,
bu mücadele aynı zamanda kapitalizme ve emperyalizme
ve hertürden gericiliğe, hiyerarşiye-otoriteye karşı mücadeledir.

faşizm yıkılamazsa kapitalizmde yıkılamaz. faşistler kapitalizmin bekçileridir.

antifa : anarşist , anti-otoriter , anarşist komunist, anti-kapitalist temelde bir oluşumdur.

faşizmin saldırılarını gerekli tüm araçlarla geriye püskürtmek için haydi barikata,haydi antifa'ya
korkusuzca savaşmaya.... bu savaş sınıf savaşıdır.
bu savaş, ezilenlerin özgürlüğü için savaştır, bu savaş özgürlük savaşıdır.
-
bizler özünde savaşa, silahlara karşıyız. istediğimizde savaşların, silahların olmadığı bir dünyaydır. ama bize bıçaklarla, sopalarla, silahlarla saldıranlara karşıda elimiz kolumuz bağlı oturmayacağız elbette.

FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA
**********************************************************************************

"Biz hep varoşlarda ve izbe duvarların içinde yaşadık. Bir süre içinnasıl barınacağımızı bileceğiz. Şunu aklınızdan çıkarmayın, biz aynızamanda inşa da edebiliriz. İspanya'da, Amerika'da, her yerde,sarayları ve şehirleri kuran biz işçileriz. Biz işçiler, onlarınyerini alacak başkalarını da yapabiliriz. Ve hatta daha iyilerini!Yıkıntılardan hiç korkmuyoruz. Biz dünyayı miras alacağız, bu konudahiçbir şüphemiz yok. Burjuvazi tarih sahnesinden çekilmeden önce kendidünyasını yakıp yıkabilir. Yüreğimizde yeni bir dünya taşıyoruz, şimdişu anda bu dünya büyümekte..." Bueneventura Durruti

***********************************************************************************


-

ANTİFA
anti-faşist hareket


KOMÜN-İSYAN-DEVRİM-ANARŞİ
-




yüreğimizde taşıdığımız dünyayı kurmak için isyan ateşini harlamaya, faşizmin kalelerini yıkmaya, antifaşist barikatı büyütmeye

****************************************************************
Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...

En önemlisi, kaabiliyetinizi koruyabilmeniz, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kaabiliyetinizi. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir.

Dizlerimin üzerinde yaşamaktansa,ayaklarımın üzerinde ölmeyi tercih ederim.
Che Guevara
-

''bir köle olarak yaşamaktansa , özgürlük savaşçısı olarak ölmeyi tercih ederim. yılmaz güney''
-
********************************************************************************
anarşizmi yanlış tanıyan insanların sayısı çok fazla . tüm anarşistlere düşen vazife öncelikle anarşizm nedir, anarşist nedir, kimdiri yaşayarak anlatmaktır. yaşayarak diyorum çünkü, sözler , yazılar pek fazla anlatamıyor. yazıları okuyan çok az kişi, sözleri dinleyen , ama gerçekten dinleyen gene çok az kişi var. ama örneğin bir film olur anarşizmi anlatan herkes izler. çünkü bu bir filmdir. nihayetinde. kapitalizm kendi propagandasını her yöntemle ve hiç durmadan yapıyor. ve başarılıda oluyor. televizyonda bir dizi-film izleyen kişi o dizideki olayları gerçekmiş gibi algılayabiliyor. ve hemende inanıveriyor. bu durumda kapitalizm kazanıyor. çünkü beyin yıkıyor. çünkü çeşitli yöntemlerle kendini iyiymiş, güzelmiş gibi gösteriyor. gerçek yüzünü(vahşi,acımasız,işkenceci,katil,kan emici,faşist,iğrenç yüzünü) görmek için biraz uyanık olmak, araştırmacı olmak ve duyarlı olmak gerekiyor. bu durumda çoğu insan kapitalizmin propagandasından etkileniyor. ve kapitalizmi iyi,gerekli,yıkılamaz birşey olarak algılıyor.
ve ansızın kendi sınıfına emekçilere sırtını çevirebiliyor.
ama kapitalizm kağıttan bir helva gibidir. dayandığı hiçbir insani temel yoktur. yıkılmaya mahkumdur. ve yıkılacaktır.

bir resim, bin söze bedeldir.

evet yazılarımız olmalı, sözlerimiz olmalı ama bizde olmalıyız alanlarda, tarlalarda, şehirlerde, kırlarda , fabrikalarda emekçilerin yanlarında vs.. biz varız , buradayız. demek başka. gerçekten orada olmak başka. sadece söylemlerle , yazılarla biryere varamayız. kapalı kutu olmaktan çıkıp, açılmalıyız. yayılmalıyız. anarşizm nedir 'in cevabını gerçekten bilen çok az kişi var. ve bunun nedenide ortalıkta olmamamız. anarşistlerde bu topraklarda varmış . gördük. desinler insanlar öncelikle. heryer anarşist kaynıyor desinler. heryerde varlar. acaba anarşizm neydi ya deyip bi araştırma isteği doğurmalıyız varlığımızı hissettirerek...

istediğimiz hayatı yaşamaya çalışarak düşüncelerimizi ifade etmek daha kolaydır.

komün oluşturmanın (kolektif, antiotoriter yaşamanın), herkesin gelip kalacağı ortak yaşam alanları oluşturmanın , hayatı tüm yönleriyle kolektif yaşamanın önemi üzerinde duruyorum. kendi kendine yetecek , kapitalist üretim ilişkilerinden arınmış, kolektif, antiotoriter bir yaşamı oluşturmak gereklidir.
nasıl bir yaşam istediğimizi mümkün olduğunca yaşayarak göstermeye çalışmalıyız.

kırsal alanda bir arazi üzerinde oluşturulacak bir yaşam alanı olabileceği gibi. şehirlerde de , ortak evler, işgal evleri vs.. oluşturulabilir.
***
önce tek başımıza olacağız, sonra iki kişi, derken üç kişi ve zamanla onlarca , yüzlerce, binlerce , milyonlarca kişiye ulaşacağız.
çünkü kararlıca yolumuzda ilerleyeceğiz. kararlı, korkusuz, azimli, dürüst, onurlu birşekilde.
*
antifa(antifaşist hareket),
kolektif emek atölyesi,
kolektif yaşam alanı
vs..
*
düşünceler gerçeğe dönüşüyor.
küçükte olsa somut gerçekliklerle tüm dünyaya ve tüm insanlara umut oluyor.
insanların hayatlarına gireceğiz ve onların vazgeçilmezi olacağız. onların hayatlarının birer parçası olamadığımız, onların sahipleneceği değerler oluşturamadığımız müddetçe başaramayız.
o nedenle insanlara güvenmek, inanmak lazım.
onlara sevgiyle, emekle, hoşgörüyle, sıcak kanlılıkla , canı gönülen yaklaşmak lazım.
herkes değişir. düşünceler değişir.
önemli olan insanca ve onurlu bir yaşam sürmektir.
düşüncelerimizi hayata geçirmeye çalışmamız gereklidir.
BÜYÜK DÜŞLERİMİZ VAR. KÜÇÜKDE OLSA ZAMANLA BÜYÜYECEK SOMUT ÖRNEKLERLE DÜŞLERİMİZİ HAYATA GEÇİRMENİN ZAMANI GELMEDİMİ.
HEP HAYALMİ EDECEĞİZ O GÜZEL GÜNLERİ. O GÜZEL GÜNLER İÇİN DEVRİM ŞART ELBETTE. AMA DEVRİMİ SAĞLAYACAK OLAN ÖRGÜTLÜ BİR HALKTIR.
HALKIN BENİMSEMEYECEĞİ , SASHİPLENMEYECEĞİ ÖRGÜTLENMELERLE DEVRİM SAĞLANAMAZ. O HALDE YAPILMASI GEREKEN HALKIN BÜYÜK KESİMİNİN BENİMSEYECEĞİ TARZDA EYLEMLER, MÜCADELE ETMEK,ÖRGÜTLENMEK DÜZENLEMEK.
KOLEKTİF EMEK ATÖLYESİ
KOLEKTİF YAŞAM MERKEZİ GİBİ DÜŞÜNCELER BÜYÜK KESİMİ KAZANABİLECEK TEK GERÇEK YÖNTEMLERDİR.
DÜŞÜNCELER DEĞİŞEBİLİR. ÖNYARGILAR YIKILABİLİR. YETERKİ BİZ İNSANLARA İNANALIM,GÜVENELİM...
kolektif , eşit , özgür, yönetilmeden yaşamak istiyoruz.
bugünden bunu hayata geçirmeye çalışıyoruz.
***********************************************************************
-
-
ANTİFA- tüm yazılar-LİNK--
-
anarşizm nedir? - 140 sayfalık döküman.
antifa bildiri
-- 10,10,2009
http://www.anarsi.info/ anarşi yazıları
-
-
-
******************************************************************************
AntiFA isim olarak değerlendirmemek gerekir. isim önemli değildir.
önemli olan içeriktir. yapılanlar ve yapılmak istenenlerdir.
başka ülkerlerde antifa olması, ülkemiz koşullarında antifa oluşturulamayacağı yada ülkemizde(yaşadığımız topraklarda) antifa'nın uygun olmadığını söylemek yanlıştır. çünkü antifa ismi değil. içeriğiyle var olacaktır.
içerik. açık ve net olarak faşizme, milliyetçiliğe, ırk , dil, din ayrımına, cinsiyet ayrımına , hertürden otoriteye , haksızlıklara son verebilmek için, ezilenlerin yanında olacak, daha eşit ve özgür bir dünya için mücadele edecek bir yapıdır.
antifa belki nazilere karşı oluşturulmuş bir yapı olabilir. ama onlar sadece nazilere karşı mücadele etmiyorlar aynı zamanda otoriteye karşı, faşizme karşı, kapitalizme karşı, ezilenlerin özgürlüğü, daha eşit ve özgür bir dünya içinde mücadele ediyorlar.
yani türkiyede oluşturulacak bir antifa. sadece nazilere karşı bir cephe olacak düşüncesiyle bakmak çok dar bir bakış açısıdır ki. zaten kaç tane nazi vardır ülkemizde....
antifa özü itibariyle anarşist- anarşist komünist bir örgütlenmedir. diğer ülkelerdede yaptıklarıyla bunu ıspatlamıştır.
veya diğer ülkeleri bir kenara bırakırsak. yaşadığımız topraklarda oluşturulacak bir antifanın temelide bu temelde (anarşist-anarşist komunist) olmalıdır.
isim antifa değilde anticartcutda olabilir. hiç önemi yok...
isim değil. herzaman içerik önemlidir. yapılanlar ve yapılmak istenenler önemlidir.
komünist , işçi adı altında dernekler, partiler örgütler vardır. ama bunların kimisinin gerçekte faşist oldukları , gerçek komünist örgütler tarafındanda belirtilmektedir.
isim değil. eylemler önemlidir. biz komünizm istiyoruz deyipte atatürkçülüğü-milliyetçiliği de biryandan savunmak ne kadar mantıklıdır.
FAŞİZME KARŞI MÜCADELE , AYNI ZAMANDA KAPİTALİZME KARŞI MÜCADELEDİR.
ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİDİR.
KÖLELİKTEN KURTULMANIN TEK YOLU, KAPİTALİZMİN SAVUNUCULUĞUNU YAPAN FAŞİZMİN YOK EDİLMESİDİR.
faşizm türk bayrağı, atatürkçülük, milliyetçilik , din adı altında , kapitalistlerin yanında , emekçilerin karşısında yer almaktadır.
ben türküm, ben kürtüm diyen diğer ırkları hiçe sayanlar,küçük görenler milliyetçilik yapandır. bizim istediğimiz sınırların, ayrımların ortadan kalkdığı bir dünyadır. biz insanız. ne türküz, ne kürt. ne yunan, ne alman. biz dünyalıyız.
kalbimizde ve beynimizde taşıdığımız bölünmemiş, parçalanmamış, kardeşçe , hep beraber yaşayabileceğimiz, yönetenin, yönetilenin olmadığı, devletlerin, sınırların, silahların bayrakların, ayrımların olmadığı, eşit ve özgür bir dünyadır.
antifa bu dünyayı oluşturmak için mücadele eden bir harekettir.
sadece ve sadece faşizme, nazilere,milliyetçilere karşı bir hareket değildir.
aynı zamanda hertürden otoriteye, kapitalizme, emperyalizme, hertürden ayrımcılığa, haksızlığa, eşitsizliğe karşıda mücadele eden bir harekettir.
TEK YOL DEVRİM , TEK YOL ANARŞİ.
************************************************************
***********************************************************************


aşağıdaki yazılar alıntıdır.


ANTİFA! Çok geç olmadan...
“Düşünce, mahiyeti meçhul bir içki gibi, çılgına döndürmüş herkesi. Birleştirecekken ayırmış. Birbirine düşman kırk beş milyonluk bir sürü. Hürriyet, hangi hürriyet? Birbirini boğazlama, birbirine sövme hürriyeti. Ölmek veya öldürmek, işte bütün hürriyetimiz.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar – Cilt 2, s.11)
Hrant’ımız öldürüldükten sonra temiz giyimli kanaat teknisyenleri akbabalar gibi üşüştüler habercilik alanına. Demokrasinin leşini ortadan kaybetmek için olsa gerek. Vitrin çirkin gözükmesin...
301 'e çıkar hesapları uğruna dokunmayan AKP'nin de alkışçısı olduğu inanılmaz bir kolektif histeri gösterisi: Daha geçen gün Türkiye'deki devletçilik anlayışı ile, farklı kimlik gruplarına karşı yerleşikleşmiş kurumsal ve gündelik ayrımcılık ile, bu ülkede milliyetçilik adına işlenen suçlar ile, bizzat demokrasiden ne anladıkları ile yüzleşmekten köşe bucak kaçanlar sağduyu tellalı kesildiler. Ama dikkat: Yüzleşmeden, hatırlamaktan ve bağış dilemekten kaçmayı sürdürüyorlar. Vah bozulan huzurumuz hemen tesis edilsin! Zira "kurşun Türkiye'ye sıkılmıştır"! Bu pozisyon, gün içinde kendini temiz hissetmek için yüzlerce kez elini sabunlayan histerik adamınkine benziyor. Kendimizi neden pis hissediyoruz Hrant'ın delik ayakkabısına, katil zanlısı Ogün'ün jandarmaya verdiği tek kaşı kalkık "Kurtlar Vadisi" pozuna bakarken? Daha hayati soru: Bu hissiyat hakkında ne yapmaya hazırız?Konuşmak, hatta daha fazla insan evladı duysun diye bağırmak. İlk gerekli adımı eylemin. Lakin bundan sonra ne kadar daha risk almaya hazırız?Gazeteleri, internet sayfalarını ve kanalları dolaşarak ırkçılık, milliyetçi şiddet, ayrımcılık, Türk-Ermeni ilişkileri ve Hrant'ın temsil ettiği değerler hakkında akıl ve vicdan sahibi sesler duymak istiyoruz. Çoğumuz aynı zamanda bu sesleri sokakta, evde, işyerinde de duymak istiyor. Anti-faşist hassasiyetlerin ilk mecradan ikincisine yayılması, meselenin alengirli kısmı. Hemen sadede geleyim: Bir süredir, Murat Belge'nin yerinde tabiriyle "perinçsizlerle kerinçeklerin" zorbalığının teslim almış gözüktüğü siyaset alanını geniş katılımlı bir Antifa ile doldurup taşırmamız gerekiyor. Bir toplumsal hareket seferberliğine ihtiyacımız var, böylece demokratlığın, özgürlükçülüğün, yurttaşlığın, insan olmanın temsiliyetlerinde bize söz tedarik etmeleri için kültürel üreticilere bağımlı olmaktan da kurtuluruz. Hrant'ın katline sebep olan politik kültürü lanetleyen söz, hareket için üretilir olur o vakit - siyaset yapmaya tahvil edilebilir.'ANTİFA'"Antifa", Almanya'da nazizme, neo-nazizme ve ırkçılığa karşı harekete geçmiş birçok anti-faşist örgütün son 50 senede sahiplendiği bir tabir. İlk kez İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupa'da Komintern destekli anti-faşist direniş grupları kullanmış. Komitelerin bir kısmı ırkçılık ve faşizm hakkında halkı eğitmeye dönük faaliyetler yapıyor, bazı komiteler de mahalli işçi örgütleri olarak çalışıyor ve bir taraftan sendikal harekete destek verirken diğer taraftan bilinen Nazilerin adalete teslim edilmesi için kampanya yürütüyor.1970'lerde Antifa, görece küçük çaplı anarşist ve anarko-komünist grupların sahiplendiği bir hareket olmuş. Milliyetçi ve göçmen-karşıtı politikalara ve siyasi gruplara karşı militan ama marjinal bir mücadele yürütülmüş "antifalar" tarafından. 1980'lerle birlikte otonomislerin, Demokratik Sosyalist Parti'nin ve sosyal demokradarın desteklediği farklı Antifa pozisyonları var. Günümüzde farklı sol eğilimler arasında değişen platformlarda anti-faşist koalisyonlar kurulmuş durumda, anarşistler "birlikte yaşama" yanlısı, ırkçılık-karşıtı mücadeleyi sokak kavgalarından daha geniş (daha "sivil") bir bağlama taşıyorlar, "partili" sol ise neo-nazi şiddetine karşı daha mahalli bir refleks geliştirmeyi öğreniyor.Kanımca bir süredir bizim de bir Antifa platformu seferber etmeye ihtiyacımız var. Kürt sorununun tartışılma biçimleri, Ermeni soykırımı etrafındaki tartışmalar, giderek ciddileşen ve gündeliğe sirayet etmeye başlayan yabancı düşmanlığı, tüm bunlar milliyetçilik (başına "Atatürk" konulsun "Türk" konulsun) ile faşizm arasındaki ilişkileri Türkiye'de olup bitenler bağlamında, en başta insanlığımızı müdafaa etmek adına ifşa edecek popüler bir hareket alanı açılmasını elzem hale getirdi.STK'ların profesyonel faaliyetleri de, kültürel üretim alanından yükselen vicdan ve haysiyet sahibi söz de, "perinçsizlerle kerinçeklere" kalmış gözüken meydanda demokrat güçlerin hegemonyasını sağlamaya yetmeyecek. Bir taraftan, örneğin Karadeniz'de, paramiliter ve etnik temizlikçi "hassasiyetlere" sahip gruplar toplumsal hareket seferberliği araçlarıyla çalışıyor. Bir anti-faşist hareket için, Hrant'ın öldürülmesinin arkasındaki "derin" grupların ifşa edilmesinden daha zor ve daha ölüm-kalım meselesi olan şey, politik kültürün "Ermeni düşmanlığı" gibi totaliter unsurlarının etkisinin yaygınlaşmasını önlemek, bu etkiyi tersine çevirmeye çalışmak olsa gerek. Mücadelenin mahalli olması gereken bir cephesi var yani. Muhtarların, cemevlerinin, imamların, belediyelerin içine alınacağı bir kampanya. Muhtemel Ogün Samastları, o çocuğun neslini de kazanmamız gerekiyor.'SOSYAL FAŞİZM'Kuşkusuz diğer taraftan, "ortalama"ya yerleşmiş, habercilik alanının da, resmi kurumların da beslediği ayrımcılıklarla mücadele edecek, hukuk alanını da kapsaması ve belki de daha "profesyonelleşmiş" olması gereken bir cephe de var. Antifa'mız burada da sadece milliyetçi ortodoksiye karşı değil, birlikte yaşama hukuku için, örgütlü olmalı. Böylece anti-faşizmi TÜSİAD'ın veya (İslamcı ya da seküler) liberalizmin tekelinden kurtarabiliriz de.Bu konuda Almanya'daki hareketlerin tarihinden öğreneceğimiz çok şey var. 1930'larda Komintern'in (reelpolitik) anti-"anti-faşizm" çizgisine bağlı kalan Almanya Komünist Partisi (KPD) sosyal demokrat iktidara karşı Nazilerle birlikte hareket etmişti (1932'de hükümeti istikrarsızlaştırmak için faşistlerle birlikte örgütlenen nakliye işçileri grevi hatırlanabilir). 1932 sonunda ekonomik buhran ülkeyi tarumar etmekteyken kendisi de faşizmin kurbanı olacak KPD lideri Ernst Thâlmann hâlâ sosyal faşizmin (kapitalist hükümet) nasyonal faşizmden daha tehlikeli olduğunu bildiriyordu meydanlarda. Almanya'daki demokrat güçler savaştan sonra girişilen uzun ve sancılı hesaplaşma ve yüzleşme sürecinde "anti-faşist siyaset"i ciddiye almayı öğrendi.Biz hesaplaşmanın ve yüzleşmenin neresindeyiz?Bir daha söyleyeyim: Bize lazım olan Hrant Dink veya milliyetçi şiddet hakkında daha fazla gazete yorum mesaisi değil, onun bıraktığı yerden somut mücadeleyi sürdürüp genişletecek, kolektif bir Antifa. Hükümeti ve devleti sıkıştıracak, gerekirse işlemez hale getirecek, tavize ve değişime zorlayacak, "sivil" zorbaların hareket alanını da mümkün olduğunca kısıtiayacak bir seferberlik

--

ANARŞİSTLER MİLLİYETÇİLİĞE KARŞI MIDIR?

Soruyu yanıtlamaya başlamak için öncelikle milliyetçilikten [nationalism, ulusalcılık] ne anladığımızı tanımlamamız gerekiyor. Bu, çoğu insan açısından, bir kimsenin büyüdüğü yere, vatanına doğal bağlılığı demektir. Ancak, bu duygular açıktırki toplumsal bir boşluk içerisinde varolmazlar. Milliyet [nationality, tabiyet], Bakunin'in belirttiği ettiği üzere, "doğal ve toplumsal bir olgudur," çünkü "her insanın ve en küçük halk biriminin kendi karakteri, kendine özgü varoluş tarzı, kendine özgü konuşma, hissetme, düşünme ve hareket etme şekli vardır; ve bu özel durum milliyetin özünü meydana getirir." (The Political Philosophy of Bakunin, s. 325) Belki de, neyi desteklediğimiz ve neyi desteklemediğimizi anlatmanın daha iyi bir yolu olarak, milliyet veya etnisite [ethnicity] (yani kültürel yakınlık [affinity, bağ, ilgi]) ile (devlet ve hükümetle sınırlı olan) milliyetçilik arasındaki ayrımı yapmak anarşistlerin yararına olacaktır --milliyetçilik özünde yıkıcı ve gericiyken, etnik ve kültürel yakınlık ise topluluğun, toplumsal çeşitlilik ve canlılığın kaynağıdır. Böylesi bir çeşitlilik kutlanmalı ve kendi terimleriyle kendisini ifade etmesine müsade edilmelidir. Veya, Murray Bookvhin'in ifade ettiği üzere, "belli insanların kendi kültürel kapasitelerini özgür bir şekilde tam anlamıyla geliştirmeleri yalnızca bir hak değil, gerekli bir şeydir de. Eğer farklı kültürlerin oluşturduğu muhteşem mozaik modern kapitalizmin yarattığı büyük ölçüde kültürsüzleşmiş ve homojen dünyanın yerine almazsa, dünya aslında tekdüze bir yer olacaktır." ("Nationalism and the 'National Question'", Society and Nature, s. 8-36, Sayı 5, s. 28-29) Ancak, onun da uyardığı gibi, böylesi bir kültürel özgürlük ve farklılık milliyetçilikle karıştırılmamalıdır. Milliyetçilik, kültürel özgünlüğün ve vatan aşkının basitçe kabulünün ötesine geçen bir şeydir. Milliyetçilik, bir ulus-devlet [nation-state] yaratma aşkı veya arzusudur. Ve bu nedenden ötürü anarşistler, her şekliyle ona karşı çıkarlar. Bu, milliyetçilik milliyet ile karıştırılmaz ve karıştırılmamalıdır demekter. Birincisi devlet ve seçkinlerin eylemlerinin bir ürünüyken, ikincisi ise toplumsal süreçlerin bir ürünüdür. Toplumsal evrim, yaşantıları ilk başta bu toplumsal gelişmeyi ortaya çıkaran bireylere zarar vermeden bir ulus devletin dar, sınırlayıcı hudutları içine hapsedilemez. Devlet, gördüğümüz üzere, erkin toplandığı merkezi bir vücuttur ve bir toplumsal kuvvet tekelidir. Bu haliyle, yerelliklerin ve insanların özerkliğine önceden sahip olur; ve "millet" [nation] adına "milletler"in yaşayan, soluk alan gerçekliğini (yani insanları ve onların kültürlerini) tek bir yasa, tek bir kültür ve tek bir "resmi" tarihle ezer. Çoğu milliyetçilerin aksine, anarşistler neredeyse tüm "milletler"in aslında homojen olmadığının farkındadırlar, ve bu nedenle de uygulamada milliyetin fetihle yaratılmış bir harita üzerindeki çizgilerden çok daha geniş olduğunu düşünürler. Bu nedenle, milliyetçi hareketlerin genellikle savunduğu şekilde merkezi devleti daha küçük bir alanda yeniden yaratmanın, "ulusal sorunu" [national question] denilen şeyi çözemeyeceğini düşünüyoruz. En nihayetinde, Rudolf Rocker'in söylediği gibi, "millet, devletin sebebi değil sonucudur. Millet devleti yaratmaz, devlet milleti yaratır." (Nationalism and Culture, s. 200) Her devlet, toplum içerisindeki ayrıcalıklı azınlıkların çıkarlarını savunmak ve güven altına almak için bazı yöneticilerin topluma dayattıkları suni bir mekanizmadır. Milliyetçilik, devlete ortak bir dil, etnisite ve kültürel yakınlık sahibi olan insanların bağlılığını kazandırarak devleti kuvvetlendirmek üzere yaratılmıştır. Ve eğer ortak bağlılıklar varolmazsa, devlet eğitimi kendi ellerinde merkezileştirerek, "resmi" dili dayatarak ve hudutları dahilindeki insanların kültürel farklılıklarını ezerek bunları yaratacaktır. Böylece, yabancı baskısının yerini içerden-kaynaklanan bir baskının aldığı başarılı "milli kurtuluş" hareketlerinin aşina görüntüsüyle karşılaşırız. Devlet gücünü ele geçirmeye dayanması nedeniyle milliyetçiliğin gücü yerli yönetici sınıfların ellerine teslim etmesi şaşırtıcı değildir. Sonuçta, Milliyetçilik (belli bir "millet"in büyük çoğunluğunu oluşturan) işçi sınıfına asla özgürlük veremez. Dahası, milliyetçilik, tüm herkesin (aynı "millet"in üyeleri olarak) güya ortak olan çıkarlar etrafında birleşmesi gerektiğini söyleyerek --aslında hiyerarşiler ile sınıfların varlığı yüzünden hiçbir ortaklık bulunmamaktadır-- sınıf farklılıklarını gizler. Bunun işlevi, yerli seçkinlerin "kendi" milletini, kendi ülke insanlarını yönetme ve sömürme tutkularını engelleyen emperyalizme karşı kızgınlıklarına kitlesel bir destek tabanı inşa etmektir: "{Milliyetçiliği tartışırken} milletin eteklerinin ardına gizlenen, kitlelerin saflığının ardına gizlenen ayrıcalıklı bir azınlığın örgütlü bencilliğiyle başa çıkmamız gerektiğini asla unutmamalıyız. Milli çıkarlardan, milli sermayeden, milli çıkar alanlarından, milli onurdan, ve milli ruhtan bahsedip duruyoruz; ancak tüm bunların ardında, milletin kendileri için sadece kişisel açgözlülüklerini ve siyasi güce ilişkin planlarını dünyanın gözlerinden gizlemek için rahat bir örtü olduğu güç-aşığı siyasetçiler ile para-aşığı iş adamlarının bencil çıkarlarının yattığını unutuyoruz." (Rudolf Rocker, Op. Cit., s. 252-2)Üstelik, adaletsizliği ve baskıyı meşrulaştırmak ve bireylerin kendi yaptıkları şeylerin kirini ellerinden temizlemeye imkan vermek anlamında, Millet fiilen Tanrı'nın yerini almıştır. Rocker'ın (Bakunin'i çağrıştırır şekilde olduğunu belirtmeliyiz) dediği üzere, "millet örtüsü altında herşey gizlenebil"mektedir. "Milli bayrak her türlü adaletsizliğin, insanlık dışılığın, yalanın, zorbalığın, suçun üzerini örter. Milletin kolektif sorumluluğu bireylerin adalet duygusunu öldürür, ve insanı yapılan adaletsizlikleri küçümseyecek bir noktaya getirir; hatta bunlar milletin çıkarları doğrultusunda övgüye değer birer hareket olarak bile gözükebilir." (Op. Cit., s. 252) (gelecekte belki de, hareketlerimizin kişisel sorumluluğundan kaçmak için milletin tanrının yerini alması gibi, ekonomi de devletin yerini mi alacak? Bunu yalnızca zaman gösterecektir, ancak baskı ve sömürüyü meşrulaştırmak amacıyla geçmişte "durumun gerekleri" ve "milli çıkarlar"[ın kullanılması] gibi, artık "ekonomik etkinlik" sıklıkla kullanılıyor). Bu nedenle, anarşistler, verili bir milleti meydana getirenlerin çıkarlarına ve onların kültürel kimliklerine zararlı olduğu için tüm biçimleriyle milliyetçiliğe karşı çıkarlar. Ancak, anarşistler, emperyalizm (yani, bir ülkenin yönetici sınıfının başka bir ülkenin insanlarına ve toprağına hakim olduğu dışsal hakimiyet durumu --bakınız Kısım D.5) dahil olmak üzere tüm sömürü ve baskı biçimlerine karşıdırlar. Milliyetçiliği reddederken, anarşistlerin bu tür bir hakimiyete karşı çıkan milli kurtuluş mücadelelerine de zorunlu olarak karşı çıkmaları gerekmez (ayrıntılar için bakınız Kısım D.7). Ancak, ırksal, kültürel veya etnik "üstünlük" veya "saflık" kavramlarından hareket eden veya kültürel farklılıkların bir şekilde biyoloji "kökenli" olduğuna inanan milli "kurtuluş" hareketlerinin anarşistlerden destek görmediğini belirtmeye bile gerek yoktur. Çeviri: Anarşist Bakış


--
--
--


Faşizme karşı mücadele toplumsal devrim mücadelesidir
Yazar :
H. Hüseyin Pirdal

1980 yenilgisinden yıllar sonra faşist hareketin yükselişi yeniden gündeme geldi. Bunun tek bir anlamı var: İç savaş. Bu tespitin bugünün cıvık cıvık liberal ortamında nasıl bir ürperti yaratacağının farkındayız. Ne var ki faşist totalitarizmin iktidara yürüyüşü karşısında iç savaş ürkütücü olmak bir yana, direniş içinde özgürlükçü formların yaratılma şansını taşıdığından bizler için ciddiye alınması gereken bir fırsat. Burjuva liberalleri yaprak kımıldamayan tahakküm barışına sadakatlerini sürdüre dursunlar, anarşistler kutuplaşma ve çatışmaya taraf olmakta gönüllü olmalıdırlar, iç savaş potansiyelini içinde barındıran günümüzün tüm kutuplaşma ve gerginlikleri, anarşistler buralarda bir taraf, kutup olduğunda yerli yerine oturacaktır.Tarih denilen, nesnel koşullar denilen şeylerin her zaman ezilenlere karşı çalıştığını yüzyıllık deneyimimiz açıkça gösteriyor. Bugünse bu durum daha da acı ve ironik. Henüz oluşum halinde bulunan ve tarihin talihsizliğiyle yanlış yerlerde, sokakta değil yayın dünyasında gecikmiş doğumunu yaşayan anarşist hareket, olağandışı bir oransızlıkla milyonlarca taraftar kütlesine, muazzam mali ve askeri kaynaklara hükmeden "ülkücü" ve islami faşist hareketin karşısına dikilmek durumunda. Ne var ki başka bir seçim söz konusu bile değil. Fiziksel varlığımız bir yana kendi tarihimiz boyunca savuna geldiğimiz tüm değerlere toptan bir tasallut demek olan faşizmin yok edilmesi, herkesten önce anarşistlerin işi. Üstelik tarihsel örneklerden de bildiğimiz gibi bir kitle hareketi olan faşizmin karşısına dikilebilecek tek güç onunla aynı topraktan beslenen liberalizm ve ruhtan yoksun bürokratik sosyalizm değil, bir dirim atılımıyla, ahlaki bir özne olarak ortaya çıkabilen anarşist harekettir. Daha açık bir ifadeyle, faşizmin karşısına dikilecek olan yalnızca anarşist toplumsal devrim olabilir. Dahası şu nokta özellikle vurgulanmalı ki, faşizme karşı devrimci savaşı örgütleme yükümlülüğü anarşizmin başına gelmiş bir talihsizlik değil, tam tersine kamusal alana çıkabilmek için olağanüstü bir fırsattır. Nicel azlık her devrimci hareketin başlangıçta veri olarak kabul etmek zorunda olduğu bir koşuldur. Bir toplumsal hareket ve toplumsal devrim düzenin kıyılarında, icazet alanlarında değil sokaktaki dişe diş kavganın ortasında yaratılır.Evet, iki koldan birden tırmanışa geçen bir faşist taban hareketiyle karşı karşıyayız. Türkiyeli devrimcilerin çok yakından tanıma fırsatı bulduğu "ülkücü" faşizmle sınırlı değil bu. Şimdilik RP'de toplanan "islamcı" hareket, MHP'nin alışılmış çizgisinden çok daha fazla başarı şansına sahip. Sivas katliamında görüldüğü gibi saldırganlık ve vahşette ondan hiç geride kalmayan ve düzen karşıtlığı iddiasıyla Almanya ve İtalya gibi "klasik" örneklere daha yakın bir faşist potansiyel içeriyor... Üstelik RP'nin hal-i hazırda sağladığı destek, buzdağının sadece görünen ucu.Şu anda birbiriyle rekabet halinde olan liderlik odaklarından hangisinin öne çıkacağı, faşizmin popüler söyleminin hangi biçimleri alacağı, liderlik ve örgütlenme mekanizmaları süreç içinde belirlenecek. Ancak bizlerin bu sürecin tamamlanmasını beklemek gibi bir lükse sahip olmadığını -umarız- herkes biliyor. Tabii, faşizmin gelişimi karşısında burjuva demokrasisine sığınanlara, islami faşizm gerçeğini hala "irtica"dan, şeriattan ibaret sanıp laiklik şarkıları söyleyenlere, meyhane-kerhane derdi dışında düzenle sorunu olmayanlara söyleyecek sözümüz yok. Ancak faşizme karşı mücadelenin toplumsal devrim mücadelesinden ayrılamayacağını bilen anarşistler ve geçmişte bunu el yordamıyla, sezgileriyle keşfeden devrimciler sokaklarda faşist kütle hareketiyle göğüs göğüse çarpışarak sürdürülecek bir toplumsal devrimin örgütleniş biçimleri üstünde kafa yormak zorundalar.Bu topraklarda yaşayan anarşistlerin tek bir üstünlüğü var: 1970'lerde yürütülen anti-faşist direniş geleneği. O dönemin mücadelesinde öğrenilecek ve sahip çıkılacak pek çok ilke ve değerin yaratıldığını düşünüyoruz. Aynı şekilde önümüzdeki sıcak döneme hazırlanabilmek için hepimizin onuru olan 1970'li yılların direniş geleneğini eleştirebilmemiz, onun ötesine uzanabilmemiz gerekiyor. Faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesinden ayrılmaz olduğu, hatta devrim mücadelesinin ta kendisi olduğu Türkiye'de çokça dile getirildi. Bu söylenenler yalnızca lafta kalsa da biz bu anlayışın 1970'lerdeki anti-faşist mücadele deneyiminin en önemli düşünsel kazananlarından biri olduğu kanaatindeyiz. Gerçekten de Türkiye, anti-faşist direniş alanında bugün küçümsenemeyecek bir geleneğe, deneyim birikimine sahip. 1976-80 yılları arasında süren anti-faşist mücadele dünyadaki geçmiş örneklerden çok farklı yanlar taşıyor. Bizce bu gelenekte en önemli yanlardan biri bu mücadelenin belkemiğini bürokratik KP'lerin ya da sosyal demokrat partilerin değil, militan silahlı hareketlerin oluşturmuş olmasıdır. Bugün o mirastan gelenler dahi bu geleneği reddetmiş ve burjuva demokrasisine angaje olmayı kabullenmiş durumdalar. Ancak anarşistler toplumsal devrim hareketini hangi kültürel gelenek ve ortam içinde oluşturacaklarını, özgürlük mücadelesinin bürüneceği olası formları ve içinde taşıdığı dinamikleri hesaba katmak zorundalar. Bu yazıda faşist hareketle göğüs göğüse kavga içinde gelişecek toplumsal devrim mücadelesinin izleyebileceği yollara ilişkin bazı ipuçlarını ele alacak ve 1970'li yılların anti-faşist mücadele geleneğinin kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağız. Bunun için öncelikle faşist hareketin belirleyici özelliğinin ne olduğunu incelemek ve Türk faşizminin bazı dinamiklerini tartışmak gerekiyor.Faşizm ve Hiyerarşik ToplumFaşizme karşı savaş sürecinde örgütlenecek bir toplumsal devrim mücadelesi öncelikle faşizmin ayırt edici karakterini göz önünde tutmak zorunda. Aşamacı ve ilerlemeci mantığıyla burjuva demokrasisine sığınmaktan, egemenlerle ittifak aramaktan öte bir perspektif sunamayan Marksizm'in, bu direnişte bir işe yaramayacağını sezgileriyle fark eden Türkiyeli devrimciler geçmişte kolay yolu seçtiler ve kendi teorik kökenlerini sorgulamak yerine dolambaçlı kurgular üretip her türlü baskı rejimini faşizm olarak nitelediler. Ancak böylesi yaklaşımlar faşist hareketin en güçlü yanını anlamayı engelliyor. Faşizmi tüm geleneksel despotizm biçimlerinden ayıran yan, onun bir kitle hareketi olması, ezilenlerin, yoksulların örgütlenmesi üzerinde yükselmesidir. Faşizme paradoksal bir görüntü veren ve yerleşik düşünüş tarzlarına göre yapılan açıklamaları geçersiz kılan özellik budur. Gerek sosyalist gerekse liberal yaklaşımlar faşizmin bu temel karakterini anlayamamış ve faşist hareketin kapsamlı bir analizini hiç bir zaman yapamamışlardır. En yaygın anlayış faşizmi salt baskı ve zorla özdeşleştirmektir. Türkiye'de bir zamanlar sıkça bağırılan bir slogan vardı: 'Zam, zulüm, işkence, işte faşizm' diye. Oysa baskı, terör, işkence, vs. hiç de faşizme özgü, daha doğrusu onunla sınırlı uygulamalar değil, her devletin sunduğu 'hizmetlerden' bir kaçıdır sadece. Devlet örgütlenişinin temeli baskı ve terördür. Güç dengelerine göre belirli durumlarda bu uygulamalar nicel olarak azalsa dahi bu potansiyel her zaman otoritede içkindir. Zor, belirli bir anda uygulanmıyor olabilir; ancak zor tehdidi, çıplak biçimde insanların fiziksel varlıklarına yönelik tehdit devlet örgütlenmesinin belkemiğidir, insanların varlığına yönelik çıplak zor tahakkümün bir aracından ibaret değil onun kurucu, düzenleyici ilkesidir. Tıpkı kağıt para hacminin ardında yatan altın rezervi gibi fiziksel baskı o an için 'piyasaya' sürülmese de her zaman bir yerlerde beklemekte, görünmeden belirleyiciliğini sürdürmektedir. Gerek faşizme gerek devlet terörüne karşı insan haklarından, demokrasiden, hukuk devletinden, vs. medet ummak bu yüzden beyhudedir. En 'demokratik' hukuk sistemi dahi baskı potansiyellerini her zaman içerir ve burada devlet terörünün tek sınırı güçler dengesidir. Başka bir deyişle koşullar elverdiğince devletin uygulayacağı baskının hiçbir sınırı ve engeli yoktur. Kuralları koyan ve yorumlayan tahakkümün kendisidir. Hakem, oyuncu ve saha amirinin aynı yerde kişileştiği bir oyundur bu ve tek amaç kaybetmemektir.Hiyerarşik düzenin faşizme sıra gelene dek başvurabileceği, yedekte duran sınırsız bir baskı ve terör dağarcığı mevcuttur. Bu nedenle faşizmin ayırt edici özelliğini salt baskıdan öte toplumsal örgütleniş formunda aramak gerekir. Faşizm, kamusal alanda örgütlenen ve ezilenlerin gönüllü kulluğuna dayalı bir halk hareketidir. Sade despotizmler değil, diğer totalitarizm biçimlerinden de farklı olarak faşizm iktidar öncesinde kurulan bir savaş aygıtının işleyişidir. Faşist hareket iktidarı almakla yetinmez, kendi iktidar mekanizmasını toplumun bağrında kurar ve devleti top yekûn devralır. Faşizmin özgünlüğü 'sivil toplum' denilen şeyin bağrından doğan ve tahakkümün kurulu mekanizmaları dışında moleküler düzeyde bir savaş aygıtı olarak örgütlenip iktidarı almadan önce kendi devlet mekanizmasını oluşturan bir halk hareketi olmasında yatar. Klasik despotizmler muhafazakardır. Faşizm ise, Virilio'nun deyimiyle alışılmış totalitarizmden öte adeta bir intihar rejimidir, tam anlamıyla hayat bulmuş nihilizmdir. Faşizme paradoksal bir görünüm veren, hiyerarşik toplum gerçeğini anlamayanlar için onu anlaşılmaz kılan şu özelliklerdir: Devleti yücelten bir 'başkaldırı', kapitalizmi kötüleyen bir katılaşmış mülkiyet sistemi, kendi iradelerini kendi arzularıyla terk eden 'kitleler', baskı altına alınmak, ezilmek, daha da sıradanlaşmak için sokağa dökülen sıradan insanlar. Faşist hareketin analizinde üzerinde durulması gereken en önemli yan budur, istesek de istemesek de devrimi insanlarla birlikte yapacağız ve onları harekete geçiren mitosları, motiveleri bilmemiz gerekiyor.Marksizm'den burjuva sosyolojisine tüm düzen içi yaklaşımlar bu gerçeği anlamakta zorlanır ve kitlelerin aldatılmış olduğunu, faşizmin demagojiden ibaret olduğunu söyler dururlar, "bilimsel" ve "nesnel" izahatlara girişip faşist söylemi burjuva rasyonalitesi kalıplarında "mahkum ederler." Oysa kendini avutmaktan başka bir şey değildir bu. Sokaktaki insan bilimsel ve akılcı programları değil, aldatılmayı, güdülmeyi, demagojiyi tercih etmektedir. Faşist söylemin "boş lafları" aslında onun en dolu yanıdır, iktidarın arifesinde kendisine "İtalya'yı yönetmek için programınız nedir?" diye soran bir gazeteciye Mussolini şu yanıtı veriyordu: "Programımız İtalya'yı yönetmektir." Evet, gerçekten de faşist programın içeriği böylesine dolu böylesine "kapsamlıdır": Yönetmek. Faşizm, kitle toplumunun, hiyerarşik toplumun, insanların ta bilinçaltlarına dek işlediği güdüleri, alışkanlıkları, davranış kalıplarını açığa çıkartır. Gündelik hayatın kaosuna karşı düzen tapınmasını, karar ve öz-yönetim sorumluluğuna karşı yönetilme ve hükmedilme kolaylığını, erk ve irade korkusuna karşı kolektif aczin rahatlığını sunar. Sözgelimi RP?nin "adil düzen"i boş laflarla dolu eklektik bir bulamaç gibi görünür bizlere. Oysa buradaki asıl vurgu "adil"de değil "düzen"dedir. Faşist ideoloji düzeni alabildiğine eleştirir, ama hedeflenen bizatihi düzen gerçeği, yöneten-yönetilen ayrımı değil, bu düzenin eksik kalmış, başarılamamış olması, daha doğrusu böyle sunulmasıdır. Mevcut rejimin aslında "düzensizlik" olduğu söylenir ya da ima edilir. Faşist korporatizmin anti-kapitalist, düzen karşıtı söyleminin ardında yatan herkesin kendi yerini bildiği ve bunun asla değişmeyeceğinden emin olduğu bir mutlak düzen arayışıdır.Faşist söylemin dünyada olup bitenleri açıklamak için kurduğu sembolik evren bu mutlaklaştırılmış emir-itaat düzeninin zorunlu olarak sunulmasını sağlar. Faşist söylem her şeyi büyük bir komplo, gizli güçlerin, dış mihrakların, Yahudilerin, Siyonistlerin, masonların, vs. oyunlarıyla açıklar. Buradaki "şer kaynakları" değişebilir, yerlerine başkaları konulabilir. Ama kesin olan şudur ki bu sembolik evrende aczi, güçsüzlüğü sürekli vurgulanan sıradan insanın yapabileceği tek şey o güçlerle baş edebilecek aygıt ve onun şefine mutlak olarak itaat etmektir. Faşizmin isyancı görüntüsünün ardında yatan hiyerarşik toplumun emir ve itaat sisteminin, erk eşitsizliğinin iyice mutlaklaştırılması, sabitleştirilmesidir."Kapitalizmden söz etmek istemeyen faşizmden söz etmesin"Horkheimer 1930'ların başında faşizm karşısında dehşete düşüp de hala burjuva demokrasisine sarılmaya çalışanlara karşı söylemişti bu sözü. Gerçekten de faşizmin analizinde sıkça düşülen bir yanlış, belki de bilinçli düşülen bir yanlış onu arızi, rastlantısal bir terslik, sistemin işleyişinden bir sapma olarak görmektir. Oysa faşizm tümüyle modern burjuva toplumunun, kapitalizmin özünden doğan bir vakadır. Şüphesiz burada sözünü ettiğimiz kapitalizm burjuva iktisat ideolojisiyle aynı gelenekten beslenen Marksistlerin anladığı gibi salt ekonomik bir kategori değil hiyerarşik toplumun özgül bir örgütlenme tarzıdır. Başka bir deyişle burjuva toplum ve yaşam biçimi söz konusudur. Faşizmin kapitalizmle olan bağını göstermeye çalışan yaklaşımlar ekonomik kriz, tekelleşme gibi olguları ön plana çıkarırlar. Bunlarda şu veya bu ölçüde hakikât payı olabilir. Ne var ki faşist ideolojinin ezilen kitleler üzerinde kurduğu cazibeyi açıklayamaz bu görüşler. Zira kapitalizmi önceki tüm tahakküm sistemlerinden ayırt eden yan onun inorganik karakteridir. Modern toplumu kutsayan "ilerlemeci" düşünceler ne derse desin içinde yaşadığımız toplum daha önceki toplumsal örgütlenişlerden daha gelişkin, daha karmaşık değildir. Sırf teknik anlamda bir karmaşıklaşma olsa da kültürel düzeyde basitleşmiş, zenginliğini, karmaşıklığını yitirmiş inorganik niteliğe bürünmüştür. Kapitalizm insanlar arası ilişkileri salt ekonomik ilişkilere, alıcı-satıcı ilişkisine dönüştürür, evreni, doğayı, insanları nesneler olarak gören bir tahakküm epistemolojisini zihinlere yerleştirir. Kişisel ve toplumsal bağları Manc'ın deyişiyle "bencil hesapların buzlu sularında boğar". Eko-sistemin yanı sıra toplumsal ortamlar, insanlar arası ilişkiler homojenleşmiş, tekdüzeleşmiş, aidiyet ve ortaklık duygusu bastırılmış, bireysel özgürlük ezilmiştir, insanlar arası ilişkilerin yerini hiyerarşik temsil ve mübadele sistemi alır. Bu sistem iki prototiple ifade edilir: Piyasa ve bürokrasi. Modern toplumda bürokrasinin sürekli büyümesi sık sık vurgulanmıştır. Ancak bundan da öte bizzat toplumun kendisi bir bürokratik aygıta ve onun tüm fertleri de bu aygıtın bir memuruna dönüşmüştür.Faşizmin sıradan insanlar nezdindeki çekiciliğinin temel nedenlerinden biri burada yatar. Nesneleşmiş, atomize olmuş insana yeni bir aidiyet, bir cemaate bağlanma duygusu sunmaktadır, ilerlemeci liberaller faşizmin ve dinsel hareketlerin "geriliğini" vurgularlar. Oysa onları çekici kılan işte bu geride kaldığı söylenen bağları, bağlılıkları, cemaat ve ortaklık duygusunu hatırlatmalarıdır. Faşizm inorganik, soyut, nesneleşmiş ilişkiler aleminde bir başına kalmış ezilen insana çağdaş bir din sunmuştur. (Şimdiyse eski bir dinin çağdaş bir faşizm sunmasıyla karşı karşıyayız, ancak sonuç pek değişmiyor.)Faşizmin kitleler nezdinde yarattığı cazibenin bir diğer nedeni de buna bağlı olarak düzmece bir "etkinlik" izlenimi, hissi sunmasıdır. Modern burjuva toplumunun bireyci olduğu söylenir. Oysa tam tersine bireysel özerkliğe hiçbir yer tanımayan bir toplumsal formdur kapitalizm. Birey denilen, sanılan şey atomize olmuş, somut tüm ifade ve tezahürlerinden koparılmış, biyolojik işlevlerine indirgenmiş bir sürü yaratığıdır. Hiyerarşik toplum bir kütle toplumudur. Bireye kişilik ve kişisellik sağlayan topluluk bağlarının yıkıldığı, insansızlaşmış bir toplumdur. Soyutlamaların egemenliğindeki bir toplumdur. Bireylerin topluma etki edişi ancak dolayımlarla, temsil mekanizmalarıyla sağlanabilir ki bu da düzen kanalları içinde her türlü etki imkanının yok edilmesinden başka anlam taşımaz. Geleneksel denilen toplumsal örgütlenişlerdeki kısmi özerkliğe dahi yer yoktur burada. Toplumsal bir varlık olan insana ancak soyutlamaların bir parçası olarak varolma hakkı tanınmaktadır. Demokrasi seyirliğinde "halk iradesi"nden söz edilir ama bu "halk" denen şey nerededir, ne yapar, ne yer ne içer, bilen yoktur bunu. Bilinen tek şey şudur: "Halkın" ancak soyut bir kurgu olarak var olmasına izin verilmektedir. Toplumda olup bitenler, ekonomi, politika, toplumsal olaylar kendi başlarına özerk bir yaşama sahip bağımsız süreçler görünümüne bürünürler. Sıradan denilen insanlar toplumun olaylarında birer seyirci durumuna indirgenmişlerdir. Faşizmin düzenlediği seyirliklerdeyse sokağa çıkma hissi, güçlü bir aygıtın parçası olarak süreçlerde yer alma yanılsaması yaşanır. Faşist hareketler kitle hareketinde sokak estetiğinin rolünü çok iyi anlamış ve uygulamışlardır.Faşizme karşı anarşist toplumsal devrimFaşizm en genel hatlarıyla bir başkaldırı görünümüne bürünmektedir. Kimi araştırmacıların dikkatini çekmiş ve özellikle anarşizmin hasımlarınca kullanılmaya çalışılmış bir vaka vardır: Anarşizmle faşizm arasında görünürdeki benzerlikler. Burada anarşizm karşıtlarını şaşırtalım ve gerçekten böyle yüzeyde bir benzeşmenin var olduğunu söyleyelim. Bunun nedeni de faşizmin isyan hareketlerini taklit etmesidir. Anarşizmse her şeyden önce ilkel, içgüdüsel bir başkaldırıdır. Ancak faşizmin isyanı salt bir taklitten ibarettir ve her taklit gibi aslının olmadığı yerde geçerli olabilir. Faşizmin karşısına dikilen, ona ket vuran da gerçek asilerin hareketi olur ancak, işte bu yüzden Almanya ve İtalya örneklerinde geleneksel bürokratik sosyalist partiler hiçbir varlık gösteremezken ispanya'da güçlü bir anarşist hareketin varlığı falanjizmin faşizme ve nazizme özgü kitleselliği yakalamasını engellemiş, Franco diktatörlüğü ancak askeri bir hareket olarak ve uluslararası faşizmin muazzam desteği -ve tabii. Marxistlerin arkadan vurması- sonucu başarılı olabilmiştir.Anarşizmi diğer tüm karşı çıkışlardan ayıran temel özellik, onun kurulu düzen tarafından belirlenmiş ve dayatılmış kimlikleri veri kabul etmeyi reddetmesidir. Anarşizm dışındaki düzen içi mücadele ve muhalefet tarzları insanların hiyerarşik düzen içinde konuşlandırıldıkları yerleri, onlara dayatılan toplumsal işlev ve rolleri kabul eder, bu noktadan harekete geçerler. Örneğin, Marxizm için işçinin işçi olarak üstlendiği toplumsal rol, ana çıkış noktasıdır. Düzenin iktisat ideolojisinden yola çıkan Mandzm ve sosyal demokrasi gibi otoriter ve devletçi hareketler kapitalist tahakkümün piyasa mantığını ve varsayımlarını köküne inmeksizin kabullenir, ekonomik çıkar gibi kurgusal kategorileri temel alırlar. Bu yaklaşımla otorite için çözümler bulmak kolay olabilir. Ne var ki tahakkümü kısmen, parça parça reddetmek, karşı çıkışı bununla sınırlamak aslında tahakkümün bütününe örtük bir onay vermekten başka bir şey değildir. Reddediş bir anda ve toptan olmak zorundadır.Anarşist toplumsal devrimin amacı tahakküm düzeni tarafından belirlenmiş, bir yerlere yerleştirilmiş insanların bu konumlarını biraz daha tahammül edilebilir kılmak değil, bu konum ve rolleri reddederek yeni özgür bireyin kendini yaratabileceği ve ifade edebileceği koşulların yaratılmasıdır. Devrim öz-etkinliğin en gelişkin biçimidir. Hayatın her alanında dönüştürme ve yaratımı esas alır, kapitalist tahakkümün piyasa sistemi içinde yok ettiği kollektiviteyi yaratmayı hedefler, bunun için de eşitlikçi bir toplumun organik dokusunu yeniden oluşturmaya çalışır.Anti-faşist mücadele denile gelen süreçte, anarşizmin ve anarşistlerin yeri nedir sorusu gündeme gelir burada. Paradoksal gibi görünmekle birlikte şunu söyleyelim ki salt anti-faşist mücadele, daha sarih bir ifadeyle faşizme karşı savunmadan ibaret kalan bir düzen içi mücadele anarşistleri hiç ilgilendirmez. Tabii, anarşistlerin faşizmle dişe diş bir kavgaya girmeyecekleri anlamına gelmez bu. Hareketimizin bu alandaki tarihsel deneyimi ve mücadele geçmişi pek bilinmiyor olabilir, ama sırf bu konuda yazmamız dahi anarşistlerin bu kavganın dışında kalmayacaklarını belirtmektedir. Ancak anarşistler mücadele ve devrim perspektiflerini faşizmin dışsal tezahürlerine karşı çıkmakla sınırlamaz, hele hele savunmadan ibaret kalan bir yaklaşımı kesinlikle benimsemezler. Anarşistler için faşizme karşı mücadele tahakkümün her türüne karşı mücadeleden, toplumsal devrim mücadelesinden hiç bir şekilde ayrılamaz. Esasen faşizme karşı direniş ve savaşta başarı şansına sahip tek yaklaşım da budur. Burjuva toplumunun demokrasi seyirliğinin kitleler nezdinde itibarsızlaşmasını avantaj olarak kullanan, kapitalist piyasa despotizminin kişilikten yoksun bıraktığı, atomize ettiği insanlara sahte bir komünarlık, cemaat duygusu sunan ve erksiz, etkisiz burjuva bireyine göstermelik bir etkinlik hissi yaşatarak onları kendine kazanan faşizmin karşısına dikilecek toplumsal örgütleniş insanların toplumsal dayanışma ve ortaklık ihtiyacına, hayatın her alanında estetik bütünlük özlemine, etkinlik ve yaratma yetisinin gelişimine dayanan anarşizm olabilir ancak. Kapitalist tahakküm "halk," "ulus," gibi bireyin hiçe indirgendiği soyutlamalar yaratır, insanlar arası her ilişkiyi temsil dolayımına bağlarken bu tahakkümü berhava edecek olan anarşist toplumsal devrim yerelliği, somut hayat alanlarında kollektivite ve dayanışmayı canlandıracak, doğrudan eylem içinde öz-etkinliğin, gerçek bireyselliğin, özgür benliğin gelişimi için koşulları yaratmaya girişecektir. Gerek Almanya ve İtalya gibi faşizmin klasik örnekleri, gerekse sözüm ona Iran "devrimi" ve Isla-mi faşist hareketin yükselişi gibi olgular göstermektedir ki sokaktaki insanı cezbeden rasyonal ekonomik çıkarlar ve buna hitap eden programlar ya da demokrasi gibi zamane aldatmacaları değil, hayata ilişkin bütünsel bir etik ve estetik yaklaşımdır. Faşizmin karşısına ancak bir "ruhla", bir dirim atılımıyla çıkmak mümkündür.Bu noktada Apolitika'nın 1. sayısındaki faşizme ilişkin yazılarda yer alan bir formülasyon üzerinde durmamız gerekiyor. 1. sayının 1. sayfasından alıntılayalım:"Bu yüzden faşizme karşı mücadele halkın bir bütün olarak devlete karşı seferber olduğu, kendi yaşamının efendisi olmak için ayağa kalktığı devrim mücadelesinden farklıdır. Esas olarak 'sivil toplum' içinde bir 'ideolojik hegemonya' mücadelesidir. Faşizme karşı direniş devletin mevcut kuvvetlerinin de parçalanacağı bir kutuplaşma, bir iç savaş ortamı yaratır ya da kutuplaşmaya karşı halk tepkisinin üzerine oturan askeri Bonapartist devlete yol açar. (12 Eylül dersleri)Tatsız bir durumdur bu. Uzun süren bir iç savaştan genellikle 'devrim' çıkmaz, çıkan devrimden de hayır gelmez. Çünkü üzerinde savaşın ve militarizmin gölgesi vardır."Bu pasajda kullanılan terimlerin faşizm konusundaki iki yazının bütünlüğünü bozacak, bir çok olumlu tespit ve öneriyle çelişecek ve yanlış anlamalara yol açacak şekilde hatalı seçildiği kanaatindeyiz. Bunda şüphesiz tahakkümün zihinlerimizde yer etmiş olması ve düşünce tarzımızı ister istemez etkilemesi rol oynuyor. Çoğumuz için tahakküm ve hiyerarşinin düşünüş tarzlarını, kavramlarını içimize taşıyan düşünsel "ajan" rolünü Mandzm üstlenmekte. Anarşizmin henüz kendi dilini, terminolojisini tam oluşturamamış olması ve Marxist kavram ve terimlerin dilimizde yarattığı alışkanlık kimi zaman toplumsal devrim perspektifimizi -sırf söz düzeyinde de olsa- ıskat eden formülasyonlara yol açıyor. Burada öncelikle geleneksel bir anti-faşist mücadele anlayışına yakın bir formülasyonun varlığına itirazımız var. Devrim mücadelesi "halkın bir bütün olarak seferber olduğu, kendi yaşamının efendisi olmak için ayağa kalktığı" mücadeledir; evet, ama hangi halkın? Varolan tahakküm düzeninde "halk" denilen şey bir soyutlamadan, dolayısıyla aldatmacadan başka bir şey değildir. Doğrudan eylem ve onun en gelişkin ifadesi demek olan toplumsal devrim gerçek anlamıyla "halkı" yeniden yaratacak, yani kişisellik, bireysellik, eşitlik ve özgürlük temelinde yükselen bir kollektiviteyi, öz-örgütlenmeler aracılığıyla yeniden oluşturacaktır. Geçmiş devrimlerde "kendi yaşamının efendisi olmak için ayağa kalkan" düzene boyun eğmiş şekilsiz kütleler değil, bu soyutlamayı parçalayıp öz-örgütlenme ve öz-etkinlik içinde yeniden bir araya gelen ezilen insanlardır. Anarşistler "genel ayaklanma" mitosuna her zaman sahip çıkar ve bunu örnek gösterir, elverdiğince yaparak da örneklemeye çalışırlar. Ancak her mitos gibi bunun da bir idealizasyon olduğunu unutmamalıyız. Toplumsal devrim biz beklerken bir anda, saf ve temiz biçimde gelmeyecek, tam tersine gündelik hayatın pisliği içinde boğuşarak, arınarak nihai biçimine kavuşacaktır. Özgürlüğün fethi için en uygun koşul merkezi otoritenin parçalanmaya başladığı iç savaş ortamıdır. Bu nedenle soyut bir "genel ayaklanma" modeliyle iç savaşı birbirine karşıt şeyler olarak sunmak hatalıdır. Bilakis gerek geçen yüzyılda gerekse bu yüzyılın ilk yarısında ispanya ve İtalya deneyimlerinde devrimci anarşizmin yöntemi yerel ayaklanmalar örgütlemek, tahakküm barışını sarsmaya çalışmak olmuştur. Özgürlükçü deneyimler ancak otoritede gedik açılan anlarda ve mekanlarda yaşanabilir, uygulanabilir.Kutuplaşma ve iç savaşın askeri Bonapartist devlete yol açacağı iddiası da biraz aceleyle varılmış bir sonuç ve ne tarihsel deneylere ne de bu pasajda iddia edildiği gibi "12 Eylül" derslerine uygun değil. Bonapartizm ve askeri rejimleri ayrıntılı olarak incelemek bu yazının kapsamı dışında. Ama yalnızca şunu belirtelim ki Bonapartist yönetimin toplumsal güçler arası bir kutuplaşma, yenişememe gibi bir denge durumunda ortaya çıkabildiği görüşü esas olarak Engels'in ileri sürdüğü aşın mekanik bir toplum anlayışından yola çıkan bir analizdir ve Marxizm sözgelimi Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i gibi görece kapsamlı ve ayrıntı bakımından zengin bir yapıtındaki görüşle dahi çelişmektedir. Bonapartist-askeri diktatörlükler kutuplaşma, iç savaş ortamında değil, kutuplaşma ve iç savaşın sonuçsuz kaldığı, toplumsal muhalefetin tıkandığı ve gerilemeye başladığı koşullarda başarılı olabilir. 12 Eylül'ün dersi de budur. iç savaştan genellikle devrim çıkmadığı iddiasına gelince böyle bir tezin daha sağlam kanıtlarla desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Tarihteki örneklerde devrim çıkmamış' olabilir, ama tarihteki ayaklanmalar da pek farklı olmadı. Şimdiye kadar olanlar bundan sonra olacakları bağlayacak diye bir şey yok -en azından anarşistler için böyle. Bizce pekala çıkabilir, zira burada belirleyici olan savaş ve direnişin hangi örgütsel yapı ve yöntemlerle, hangi ahlaki-politik anlayışla sürdürüldüğüdür, iç savaştan çıkacak devrimde savaşın ve militarizmin gölgesi olduğu söyleniyor. Ama unutmayalım tahakküm düzeninde varolan her şeyde vardır militarizmin gölgesi. "Barış" denile gelen toplumsal durum da aslında savaşın başka araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Bu düzenin barışında da savaşın, militarizmin, baskı ve terörün gölgesi, hatta gölgeden öte ta kendisi bulunmaktadır. Anarşistler bu yüzden devrimci mücadeleyi aynı zamanda kitlelerin bir öz-eğitim ve öğrenme süreci olarak görür, özgürlükçü örgütlenmelerin bugünden başlanarak hayata geçirilmesi gerektiğini savunurlar. "Nesnel koşullar" her zaman başlangıçta olumsuz olacaktır, ama anarşist toplumsal hareketin amacı da bu olumsuzluklar içinde devrimi baştan sona yaratmaktır.Faşizme karşı mücadelenin "esas olarak 'sivil toplum' içinde bir 'ideolojik hegemonya' mücadelesi " olmasına gelince burada "sivil toplum" teriminin kabullenilerek kullanılmadığı tırnak işareti içinde yer almasından belli. Gel gelelim "ideolojik hegemonya" kavramı bu kadar masum bir kavram değil, "ideoloji" kavramı ne kadar işe yarar, ne -ölçüde kullanılabilir ve açıklayıcı bir kavram, bu konuda teorik tartışmalarla vakit kaybetmek istemiyor ve buna gerek de görmüyoruz. Mandst akademisyenler yeterince vakit ayırabilir buna-hem bırakalım böylece bir işe yaradıklarını düşünsünler. Bizce burada en ciddi sorun mücadele alanına ve tarzına ilişkin böyle bir kavramın kullanılmasının mücadelenin bütünlüğünü anlamayı engellemesinde yatıyor, insanları düzen içinde yerine getirdikleri işlevlere göre tasnif etmek gibi hayatın alanlarını da ekonomi, politika, ideoloji gibi parçalara bölmek bütünsellik kavrayışını yok eden ve tahakküm epistemolojisinin sürmesine yarayan bir düşünce tarzı. Oysa hayat kesintisiz bir akıştır. Müdahale etmek, mücadele etmek toptan ve bütünsel bir kavrayışı ve tepkiyi gerektirir. Bu nedenle anarşistler ekonomik mücadele, politik mücadele, demokrasi mücadelesi gibi ayrımlara girişmez, her alanda toplumsal devrime yönelik, doğaldan eylemi esas alan bir mücadele tarzını benimserler. Örneğin anarşizmin "eylemli" propaganda anlayışı salt ideolojik alanla sınırlı kalmayan, alışılagelmiş propaganda anlayışının tamamen dışında, eylemek ve düşünmek ayrımlarınıaşan bir tarzdır. Yaparak göstermek, eyleyerek anlatmak, yeni deneyleri yaşamak ve yaşatmaktır. Nitekim söz konusu yazıda da ideolojik mücadelenin yazıp çizmekle sınırlı olmadığı, yoğun biçimde şiddet içereceği öngörülüyor. Ancak ideolojik mücadele gibi Mancizm kalıntısı bir terimin hala kullanılması bu anlayışı zedelemekte. Üstelik bir tür "aşamacılık" yani toplumsal devrimin önüne anti-faşizmi koymak gibi yanlış anlamalara yol açabilir ki bizce en mahzurlu yan bu. "Hegemonya" terimine gelince bu daha sakınılması gereken bir kavram, 'Plehanov ve Lenin1 kullanıldığı biçimiyle bildiğimiz önderlik kavramından başka bir şey değil. Bu terime bugünkü yaygınlığını veren Gramsci başta olmak üzere, "Batı Mandzmi" başlığı altında toplananlara gelince onların yaptığı da bildik Leninist parti anlayışını süslemektir sadece. Öyle sanıyoruz ki bu türden terim ve kavramlar Mandstlerle diyalog kurmak, onlara meram anlatmak gibi bir kaygıdan doğuyor. Bu çaba gerçekten gerekli, özellikle kendilerini her şeye rağmen hala Mancist sanan devrimci grup ve kişilere bunları bıkmadan anlatmamız lazım. Ama, dikkat bunu yapalım derken kendilerine bile faydası olmayan ve gerçekten mücadele etmek isteyen bir çoğunun üstü kapalı olarak reddettiği formülleri yeniden canlandırır duruma düşmeyelim.Son olarak şunu belirtelim: "Anarşistler faşizme karşı mücadeleyi aslında hiç sevmezler" diye bir ifade var aynı sayıdaki "Faşizm ve Sivil Toplumculuğun Eleştirisi" adlı yazıda. Evet, anarşistler faşizmden, onun köle ahlakından, gönüllü kulluk için sokağa dökülen, "postlarını gerdirmek için davul sesine koşturan" yaratıklardan ve yeryüzünde böyle şeylerin olmasından tiksinirler gerçekten. Tıpkı tahakkümdem, eşitsizlikten, otoriteden, baskıdan, boyun eğişten, uzlaşmadan tiksindikleri gibi. Ama mücadeleyi neden sevmesinler? Bilakis, gerek faşizme gerek tahakkümün her türüne karşı mücadele bir anarşistin bu dünyada en sevdiği, onun için hayatı tahammül edilebilir kılan tek şeydir, varoluşunun tek nedenidir. Bir anarşist, insanın ancak mücadele içinde, tahakküme karşı savaş içinde kelimenin olumlu anlamıyla insan olabileceğini, hayatına anlam verebileceğini düşünür. Bir anarşist mücadeleyi de onun için ödeyeceği her türlü bedeli de sever ve arzular.Anarşist bir yayında anti-faşist mücadele ve toplumsal devrim bağlantısına ilişkin dikkatimizi çeken bu noktalar üzerinde özellikle durduk. Çünkü gerek bugün "solda" hala etkili olan, gerekse 1980 öncesi dönemde mücadelenin gidişatına damgasını vurmuş ve bu yüzden de bir devrimci durum fırsatını harcamış olan anlayışlarla hesaplaşabilmek için bu konuda net olmak gerekiyor. Türkiye'de muhtemel gelişme dinamiklerini ve bazı taktik, yöntemsel sorunları bu perspektif ışığında tartışmalıyız. Öncelikle Türk faşizminin dinamikleri ve geçmişteki deneyimler üzerinde duralım.Türkiye yakın geçmişte dünyada en kitlesel ve klasik modellere yakın bir faşist hareketin doğumuna tanık oldu. Bugün de açık ki bu tehlike bertaraf edilmiş değil. Tam tersine bir yandan MHP'de temsil edilen "ülkücü" faşist hareketin geçmişteki oy potansiyelini yeniden yakaladığını, üstelik 1970'li yılların sonunda karşı karşıya kaldığı tıkanıklığı aşma şansına sahip olduğunu görüyoruz. Öte yandan da Sünni-lslam temelinde gelişen ve çok ciddi bir potansiyele sahip bir yeni faşist kitle hareketinin oluşumunu. Türkiye'de devletin "destek gücü" olmakla sınırlı kalmayan ve kendi dinamiğine sahip, iktidarı hedefleyen faşist hareketin biçimlenişi 1970'li yıllarda doruğuna erişti. Popüler niteliğini bu dönemde kazandı ve kimliğini oluşturan esas ideolojik öğeler bu süreçte belirginleşti. Irkçı-milliyetçi motifler Türkiye'de oldum olası resmi ideolojinin bir parçası olarak halk nezdinde her zaman revaçta olmasa da şu veya bu ölçüde geçer akçe olmuş, 1940'larda Nazi Almanyası ile kurulan yakınlığın etkisiyle sesini duyuran Turancılık TC'nin dış ilişkilerine ve uluslararası ittifaklarda tuttuğu yere göre endeksli olarak kimi zaman devletin hoşgörüsü, hatta desteğiyle taltif edilmiş kimi zamansa denetim altına alınmıştı. 1960'lı yıllarda toplumsal muhalefetin gelişmesiyle faşizan reaksiyoner örgütlenmeler yeni imkanlara ve desteğe kavuştu, CKMP'den MHP'ye giden süreçte yeni bir merkezi parti "teşkilatına", Türkeş'in kişiliğinde bir lidere ve para-militer gençlik örgütlenmelerine sahip oldu. 1960'lı yılların ortasından itibaren bir sokak gücü olarak kendini hissettirmeye ve bu arada giderek kitlesel karakter kazanmaya başladı.1970'li yıllarda kitle desteğinin doruğuna varan ve giderek özgül bir faşist hareket kimliği kazanan MHP kelimenin tam anlamıyla bir reaksiyon hareketiydi. Ancak bu reaksiyonun sadece yükselmekte olan toplumsal muhalefete karşı değildi. Bundan daha belirleyici olan ve faşist hareketin kitle tabanına saldırgan, gözü kara niteliği kazandıran esas olarak modernleşme sürecine reaksiyondu. MHP'nin kitle tabanı en başta Anadolu'da, özellikle Orta Anadolu'da geleneksel alt-orta sınıflardan, "muhafazakar" tabir edilen aile kökenlerinden gelen, Sünni ailelerin çocuklarıydı. Geleneksel cemaat yapılarının çözülmesi, orta sınıfların alışageldiği, istikrarlı, katı toplumsal statünün sarsılması ve geçiş sürecinin yarattığı kaos duygusu ve korkusu bu kesimlerin tepkisini ve öfkesini "modernleşme" ile ifade edilen sürece yöneltmelerine yol açıyor, donuk, hiyerarşik kural ve kurumların en katı biçimde yaşatıldığı ve bir sürü kimliği içinde eriyerek güvenliğin sağlandığı bir toplum isteğini hızlandırıyordu. Kısa sürede bunlara aynı kesimin daha "yaşlıları" katıldı, en azından sempatiyle bakmaya başladı. Faşist hareket kitleselleşirken ırkçı-milliyetçi temaların yerini giderek Sünni-lslami motifler alıyordu. Gerek taşrada gerekse büyük şehirlerde faşizmin kitle tabanı edinebildiği yerler Alevi-Sünni, Türk-Kürt nüfusun yaklaşık oranda bir arada bulunduğu semtler ve bölgelerdi. Geleneksel toplum yapısında sağladıkları konumlan sarsılan ve cemaat yaşamının ortadan kalkmasıyla modern kütle toplumu içinde yalnızlaşmanın dehşetini yaşayan kesimler yüzyıllardan devraldıkları otoriter düşünsel formlarla modern kapitalist toplumun kendisini değil, bu yapı içerisinde kendi durumlarının bozulmasını esas sorun olarak gördüler, hiyerarşik toplum değerlerine daha da sarılarak tarih boyunca hiyerarşi içinde kendilerinden altta yer tutmuş ve bu nedenle de tahakküme karşı özgürlükçü değerleri benimsemiş ve sürdürmüş kesimleri hedef aldılar. 12 Eylül sonrası göstermelik olarak askeri mahkemelerde yargılanan MHP şefleri kendi hareketlerinin bir tür "milli refleks" olduğu iddiasıyla savunmaya çalışıyorlardı kendilerini. Faşizm bir refleksti gerçekten, ama düşünce ve vicdan gibi insani değerlere hiç yer vermemek tahakküm düzeninin davranış kalıplarını bir otomat gibi ortaya sermek, insani her türlü değer ve ilkeyi bir kenara bırakmak türünden bir refleks,1973-80 döneminde faşist hareket küçümsenemeyecek bir kitle desteğine ve kendine özgü bir kimliğe kavuştu, ama öte yandan da bu gelişmenin sınırlarına vardı ve tıkandı. Kitle desteği belli bir sınırı aşamadı, geleneksel sağın sempatisini kazanmakla birlikte hepsini harekete geçiremedi ve karşısında yer alan kesimleri etkisizleştirip tarafsızlaştıramadı. 1970'lerin sonuna gelindiğinde ciddi iç gerilimler yaşıyordu. Bu gelişme sınırını oluşturan en önemli etken faşizme karşı direnişin yaygınlığı ve militan karakteriydi.1980 sonrasında 70'li yılları kötülemek bir rnoda oldu. Tarihin ve talihin bir tuhaflığı daha: Sosyalistlerin yakın geçmişini savunmak da anarşistlere kaldı sonunda! Yalnız bir konuda içimiz rahat, o da şu: 70'li yıllarda anti-faşist direnişi sürdüren hareketler geleneksel anlamda Mancist-sosyalist hareketler değil büyük ölçüde Marxizmden bir "sapma" özelliği taşıyan ve Marxizmden "saptığı" ölçüde militanlaşan, kitleleri yakalama, devrimci bir direniş ruhu sunma şansı yakalayan hareketlerdi. Anti-faşist direniş geleneksel parti ve örgüt bürokrasilerinin dışında, yerel temelde, el yordamıyla da olsa otonomi ilkesine göre, Marksistlerin sıkça kötülemek için kullandığı deyimle "kendiliğindenci" bir .tarzda yürüdü. Faşist hareketin iktidara yürüyüşünü erteleyebilmesi ancak bu sayede oldu. Ama nihai bir çözüm getiremedi, çünkü toplumsal devrime yönelemedi. 1973-80 yılları arasında gelişen devrimci durum değerlendirilemedi. Bunun nedeniyse hareketin kendiliğindenliği, "öncü"nün yokluğu filan değildi. Ortada "bolşevik öncü"den bol bir şey yoktu o zamanlar. Anti-faşist direnişin devrim atılımını gerçekleştirmesine engel olan sosyalist örgüt ve önderliklerdi.1970'li yıllardaki anti-faşist direnişin önemli deneyim ve düşünsel kazanım oldu. Önce bunlar üzerinde duralım biraz:1) 1970'li yıllardaki anti-faşist direniş yerellik temelinde ve geleneksel bürokratik örgütlerin denetimi dışında gelişti. Bu direnişte aktif rolü üstlenen sol gruplar 1971 silahlı direnişinin mirası üzerine kurulu, bürokratik KP geleneğinden uzak gruplardı. Mücadele alanı geleneksel sosyalist kalıpların aksine işyerleri değil esas olarak yerleşim birimleri, özellikle büyük şehirlerin varoşları, gecekondu mahalleleri ve taşra merkezleriydi. Mahalle temelinde örgütlenme işyeri örgütlenmesine nazaran önemli zenginlikler içeriyor, hayatın her alanını sorgulama, farklı kesimlerden insanı içine alma ve hiyerarşiyi değişik boyutlarda sorgulama potansiyeli içeriyordu. Bu potansiyel kullanılamadı, savunmayla sınırlı kalındı. Ama mücadelenin mahalle temelinde sürmesi ve örgütlenmesi sayesinde faşizmin hayat bulduğu esas alanda, sokakta onun karşısına çıkılabildi. Mücadelede geleneksel devletçi sosyalistlerin etkin olamaması çoğunun iddiasının aksine yerel otonomiye imkan sağlıyor ve anti-faşist direniş için vazgeçilmez olan esneklik ve hareketliliği ortaya serebiliyordu.2) Mahalle temelinde gelişen anti-faşist direnişin en önemli kitlesel gücü kent yoksullarıydı. Bürokratik sosyalizmin "işçici" mitoslarının aksine modern toplumda en devrimci potansiyele sahip bu dışlanmışlar kesimi gözü pek, militan bir direniş içine girdi. Üstelik bu alanda örgütlenilmesi faşizmin en önemli beslenme kaynağını kesiyordu.3) 1970'lerin anti-faşist direnişi yasallıkla, legalizmle sınırlanmış bir hareket değildi. Düzen içi bürokratik yapıların etkisi yoktu. Öte yandan devletçi sosyalizmde devralınma "illegalite" fetişizmi de lafta etkisini sürdürmekle birlikte örgütlenme ve mücadele biçimlerini belirleyemedi. O dönemin devrimci, anti-faşist hareketleri savaşarak meşruiyet kazanan, direngenlikle açık alanda varlık elde eden kitlesel örgütlenmelerdi.4) 1970'li yılların anti-faşist mücadelesi yaygın şiddet içeriyordu. Sanıldığının aksine İtalya ve Almanya örneklerinde pek rastlanan bir durum değildi bu. Anarşistlerin etkin olduğu ispanya dışında faşizmin karşısına sözü edilmeğe değer bir sokak gücü çıkmamıştı. Almanya ve İtalya'da sosyalistler yalnızca legal gösterilerle sınırlı, reformist örgütlenmelerdi ve faşist sokak çeteleri kolaylıkla sokağa hakim olabiliyordu. Türkiye'de ise büyük ölçüde 1971 THKO ve THKP-C çıkışının sunduğu örnek ve yarattığı gelenek sayesinde reformizmin etkisi -hiç olmazsa taktik düzeyde- kırılabilmişti. Faşizmin karşısında onun anladığı dilden konuşabilen bir kitlesellik vardı.5) Türkiye'deki anti-faşist direnişin en önemli kazanım ve düşünsel formülasyonlarından biri "aktif savunma" anlayışıdır. Bu formülasyon bir ölçüde dolaylıdır, alışılagelmiş kalıplara lafta bağlı kalmaya çalışmakta, bunun için asıl. görevi savunmayla sınırlamaktadır, ama Türkiyeli devrimciler sıcak pratiğin gerekleri içinde bunun yetersizliğini kavramış ve bu yaklaşımı geliştirmişlerdir. Bu anlayışa göre anti-faşist direniş hareketi esas olarak savunmada olmakla birlikte faşistlerin saldırısını bekleyecek değildir. Savunma taktik saldırılar içerir, faşist saldırı odaklarının bir an önce etkisizleştirilmesini, saldıracak güç ve fırsatı elde etmeden devre dışı bırakılmasını gerektirir. Faşist saldırılar karşısında hiç bir şekilde zaman kaybedilmemesi kuraldır. Faşizm gibi insanın zihninde, bilinçaltında yerleştirilmiş en aşağılık içgüdü ve alışkanlıklar üzerinde yükselen kıyıcı bir hareket karşısında hiç duraksamaksızın "kısasa kısas" ilkesinin uygulanması hayati bir zorunluluktur.1974 sonrası gelişen ve "klasik" örneklerine yakın bir kitlesellik imkanına kavuşan faşist hareket karşısında büyük ölçüde kendiliğinden gelişen direniş MHP'de cisimleşen sivil faşist hareketin iktidara gelişini engelleyebildi. Bugün yenilginin rüzgarına kapılıp o dönemi bir çırpıda reddedenler bu hakikati unutmamalı bizce. Ne var ki bu direniş hareketi yenilmekten kurtulamadı, askeri diktatörlüğün gelişini engelleyemedi. Bunun tek nedeni var: Toplumsal muhalefet hareketi bir toplumsal devrim, bir isyan hareketine dönüşemedi ve devrimi gerçekleştirememenin bedelini ödedi.1974 sonrası gelişen toplumsal muhalefet kelimenin tam anlamıyla bir devrimci durum yaratma sürecine girmiş, bu olağanüstü fırsatı elde etmişti. Bugün dünyayı reaksiyon dalgası kaplamışken inanılmaz görünüyor belki ama o dönemi hatırlayan herkes, eğer hala biraz olsun inanç ve umut taşıyorlarsa gerçekten "her şeyin mümkün" olabileceğine inanacaklardır. Ne var ki, bu kitlesellik bir genel ayaklanmaya sıçrayamadı. Bunun nedeni, tekrar söyleyelim; "öncü"nün yokluğu değildi. Tam tersine kendinden menkul "öncüler"di devrimin yaratılmasının önüne dikilen. Faşizme karşı direniş sıradan insanların yetileri, sezgileriyle ilerleyebildi. Ama direniş ve dayanışma duygusunu devrim özlemine sıçratacak, otoriteyle yüz yüze gelecek, tahakkümün kalelerine saldırı düzenleyecek devrimci azınlıklar yoktu ortada.1970'lerin anti-faşist direnişi o dönem için dünyada eşine az rastlanır bir militanlık ve gözü pekliğe sahipti. Eksik olan başkaldırı ruhuydu. Faşizme karşı mücadele içinde yer alan sol gruplar adeta zorunluluktan, görev icabı yer almışlardı bu direniş içinde. Her grubun kaygısı kendi merkezi örgütlenmesini, yani iktidar yapısını gerçekleştirmekti. "Kitlelere önderlik" safsatası altında sürdürülen insanları dönüştürme, yeni bir devrimci öznelliğin yaratılma imkanlarının reddi ve kolay yoldan destek kazanma anlayışıydı. Sol hareketler içinde yer alan bir çok insan salt mahallesini, okulunu, işyerini faşist saldırılara karşı korumak gibi bir amaçla o konumu seçmişti. Bunun sonucunda sivil faşist hareketin oluşturduğu yakın tehdidin ortadan kalkmasıyla direniş de ivmesini kaybetti. O dönemde en büyük güce, kitleselliğe sahip, toplumsal muhalefete damgasını vurmuş DY gibi bir hareket sonuçta askeri diktatörlüğün hapishanelerinde direnişi sür-düremiyor, çünkü sadece faşizme karşı savunma bilinciyle sınırlı taraftarlarını böylesi bir kalkışmaya çekemiyordu. Devletle yüz yüze gelme iddiası olmadığından çok daha sınırlı bir kitle desteğine sahip olan 1971 hareketinin gerçekleştirdiği direnişe girişilemedi bile.Toplumsal muhalefet hiç küçümsenemeyecek boyutlara erişmişti. Ama salt bir muhalefet olarak kaldı, toplumsal devrim perspektifiyle, hayatın her alanında örgütlenerek ortaya çıkamadı. Tahakküm düzeninin belirlediği politika anlayışıyla, iktidar mücadelesiyle sınırlı hareketler insanlara gerçek anlamda bir etkinlik ve eylemlilik sunamadılar. Öz-örgütlenme, öz-eylemlilik gibi anlayışlar hiç düşünülemedi bile. 1980'e gelirken "direniş komiteleri"nden, "öz-savunma komitelerinden" daha bir çok yeni, konsey tipi örgütlenmeden söz edilmeye başlanmıştı. Ama bunların her biri o dönemin deyimleriyle "Parti"nin kitlelerle "bağlantı kayışları" yani destek sağlama mekanizmaları olarak görülüyor, öz-örgütlenme ve etkinliğin önü kapatılıyordu. 1970'li yılların sol hareketinin küçük çaplı, mikro iktidarlarla yetinmesinin en iyi örneklerinden biri "kurtarılmış bölge" anlayışıydı. Mahalle ve bölgeler düzeyinde doğal bir ihtiyaçtan doğmuşa) bu. Faşizme karşıdirenişin kilit noktalarından biri sokak hakimiyeti elde etmektir gerçekte. Ama solun etkin olduğu, kitle desteği kazandığı yerleri kolayca "kurtarılmış bölge" olarak görmek kolaycı bir yaklaşımdı. Çünkü devlet biraz zorlanarak da olsa girebiliyordu buralara ve daha önemlisi sivil faşistlere karşı gözünü budaktan sakınmayan devrimci gruplar devlete karşı hiç bir kalkışmaya girişmiyorlardı. Sosyalist hareketin o zaman gurur kaynaklarından biri olan Fatsa'da 12 Eylül'ün provası yapılır, bölgenin yerlisi faşist muhbirlerin kılavuzluğunda operasyona girişilirken o büyük güç direnmek için kullanılmadı. Fatsa gibi en azından başlangıç için başarılı sayılabilecek bir örnek bile devrimci durumu derinleştirmek için değil, politika sınırları içindeki iktidar kavgasında koz olarak kullanılıyor, beldede parça parça hayata geçirilmeye çalışılan öz-yönetim deneyi ile değil "AP'lisi, CHP'lisi, MSP'lisinin barış içinde bir arada yaşaması" ile övünülüyor (DY'nin o zamanki yayınları ve lider kadrolarının daha sonra sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarında kelimesi kelimesine böyledir bu) hatta bu imkanın verdiği güvenle henüz tabana açıklanmasa bile alttan alta legal parti hazırlıklarına girişiliyordu.Sonuçta doğal bir savunma tepkisiyle, faşizmde buharlaşmış, en keskin biçimine kavuşmuş olan hiyerarşi ve otoriteye karşı duydukları insanca tiksintiyle harekete geçen kalabalıklar düzenin sınırlarının ötesinde yeni bir eylemlilik duygusu, yeni bir yaşam deneyimi bulamıyor, kendiliğinden sezgileriyle soğudukları politikanın, aldatmaca ve iktidar dalaşının minyatür örnekleriyle karşılaşıyor ve oldum olası yaşadıkları, gördükleri politikadan temel bir farklılık sunmayan sosyalizmden uzaklaşıp yeniden düzenin "kolaylığına" geri dönüyorlardı. Devrime sıçrayamayan direniş kendini tüketti en sonunda.Bugün faşizme karşı direnişi örgütleme görevi yeniden karşımızda. Koşullar olumsuz demek dahi hafif kaçıyor, bunun ne kadar zorlu bir iş olduğu apaçık. Ama başka bir çıkış yok. Üstelik böylesi bir gem vurulmamış ve saldırgan totaliterizm belki de düzen içinde elde edilmiş küçük mutluluklarla oyalanan uyuşmuş solu canlandırmak için son fırsat. Ancak asla taviz verilmemesi ve unutulmaması gereken ilke şu: Faşizme karşı mücadele sokaktaki insan için, bizler için zerrece anlamı olmayan burjuva demokrasisinin, tahakkümün bu en istikrarlı biçiminin, hiyerarşi düzeninin sınırları içinde tutulamaz. Anti faşist mücadele toplumsal devrim mücadelesinden, tahakkümün her türüne karşı mücadeleden ayrılamaz. Canı pahasına faşizmin karşısına dikilecek devrimcilerin çabasını, sonuçta düzen güçlerinin makamlarını korumak için harcamaya kimsenin hakkı yoktur.

-
FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA

-



Faşist hareketin özellikleri ve sınıfsal temeli
(kaynak:::::http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=632&Itemid=35)
Faşist kelimesi İtalyanca'daki "fascio" teriminden gelir. "Fascio" Roma İmparatorluğu'nun otoritesini simgeleyen bir figürdür. Hemen akıllara Türk faşistlerinin "3 hilal"i gelecektir. Bu haklı bir çağrışımdır. Bununla birlikte ne sıradan bir benzerliktir ne de bir tesadüf. Türk faşistlerinin Osmanlı İmparatorluğu'na duyduğu özlemi yansıtan 3 hilal, İtalyanların "fascio"su ve Alman Nazilerinin "gamalı haç"ı ile aynı sosyal zeminden beslenmektedir. Bu sosyal zemin tekellerin egemen olduğu emperyalist kapitalizmdir.
Roma, Germen ve Osmanlı İmparatorlukları tüm başka imparatorluklar gibi yükseliş ve çöküş dönemleri yaşamışlardır. Çöküş dönemlerinde her zaman eski şâşaalı günlere özlem duyulmuştur ama bu özlemin faşizmin kanalına akması ancak 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Kapitalizmin gelişmesi toplumu iki karşıt kutba bölmüştür: patronlar sınıfı olan burjuvazi ve işçi sınıfı proletarya. Kapitalizmin gelişmesi ortada kalan sınıfları giderek yok etme eğilimindedir. Büyük çiftlikler, ilkel tarımın; demir-çelik fabrikaları, demirci atölyelerinin; marketler, küçük bakkalların yerini almaktadır. Bu liste böyle uzayıp gider ve aynı gelişim hala yaşanmaktadır. Açıkça görülebilir ki ortada kalmış olan küçük çiftçiler ya da dükkan sahiplerinin bir geçmişi vardır ama geleceği yoktur. Faşizmin bilimsel tahlilini yapan Lev Trotskiy faşizmin işte bu orta sınıflara yani "ulusun en geri kısmına, tarihin sırtındaki bu ağır yüke yaslandığını" tespit etmiştir. Faşizmin tüm ayırıcı özellikleri küçük burjuvazi olarak adlandırdığımız sosyal sınıfın koşullarından ve kolektif ruh durumundan ileri gelmektedir.
Büyük patronlar ve kapitalizm, ayakkabı ustasına ya bir yolunu bulup büyük bir fabrika kurmayı (ki bu çoğu zaman imkansızdır) ya da ağır vergiler altında küçük dükkanında inleye inleye sürünmeyi sonunda da dükkanını kapatarak bir büyük fabrikada işçi olmasını vaad etmektedir. Toplumun diğer kutbunda yer alan işçi sınıfının çıkarı ise özel mülkiyetin kaldırılmasından yanadır. Rusya'daki 1917 sosyalist işçi devrimi üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması yolunda bir büyük örnek olarak durmaktadır. Küçük burjuvazinin bu sebeplerden hem burjuvaziye hem de işçi sınıfına karşı düşmanlık besleyeceği açıktır. Faşizm küçük burjuvaziye, bu düşmanlıktan beslenen ama aynı zamanda gerçekçi de olan bir seçenek sunar: "Durumun düzelmesi için ne yapmalı? Her şeyden önce daha aşağıdakileri ezmeli. Büyük sermaye karşısında güçsüz olan küçük burjuvazi, işçileri ezerek gelecekte toplumsal itibarını yeniden kazanmayı ummaktadır" (Lev Trotskiy, Faşizme Karşı Mücadele,Yazın Yayınları, 1998, s. 446). Sokaklarda işçi hareketine ve sosyalistlere karşı terör odakları haline gelen çetelerin, İtalya'da "squadrati"lerin, Almanya'da SS'lerin ve Türkiye'deki ülkücülerin, dayandığı sosyal ve siyasal zemin işte budur.
Faşizm, hem siyasal programı, hem de sokak terörüyle otoriter bir yönetim vaad eder. Bu vaat de yine aynı sosyal sınıfın yani küçük burjuvazinin kriz içindeki durumundan beslenir. Trotskiy bunu şöyle ifade ediyor: "İflastan kurtulamayan küçük mülk sahiplerinin, bunlardan üniversitelerden çıkıp da iş ve müşteri bulamayan oğullarının, çeyizsiz ve nişanlısız kalan kızlarının karanlık durumları ve bitmek bilmeyen yakınmaları, düzen ve otorite talebini doğurdu... Küçük burjuvazi maddenin ve tarihin üstünde duran ve rekabetten, enflasyondan, bunalımdan ve açık arttırmalı satışlardan etkilenmeyecek olan daha yüksek bir otoriteye ihtiyaç duymaktadır" (A.g.e., s.446).
Irkçılık ve faşizm
Faşizmin ideolojisi de yine aynı sınıfsal zeminden doğar ve bu zeminden beslenir. Irkçılık bu ideolojinin temel taşıdır. Bununla birlikte ırkçılıkla faşizmi özdeşleştiren yanlış bir kanının hakim olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu çok yanlıştır, çünkü kapitalizmin ve emperyalizmin hiç de faşizme özgü olmayan ırkçı doğasının görülememesine yol açabilir. Bugün birçoklarının hayranlıkla baktığı Batı demokrasilerinin harcında yoğun bir ırkçılık vardır. Irkçılık, sömürgecilik ve emperyalizmin adeta resmi ideolojisi gibidir. Bu ülkelerin ve elbetteki Türkiye'nin liberal ve muhafazakar partilerinin hatta burjuvalaşmış sosyal demokratlarının ırkçı oldukları gerçeğini görmek için onlara faşist etiketi yapıştırmak gerekmez. Bununla birlikte her faşistin ve tüm faşist hareketlerin ırkçı olduğu söylenebilir. Bu ırkçılık hiç de sanıldığı gibi Führerlerin, Duçelerin ve nihayet Başbuğların ırkın üstünlüğüne yaptığı güzellemelerin etkileyiciliğinden ve ikna ediciliğinden değil, yine sosyal koşullardan ileri gelmektedir. "Nasıl yıkılmış aristokrasi kanının soyluluğunda teselli buluyor idiyse, yoksullaşmış küçük burjuvazi de ırkının özel üstünlükleri üzerine masallarla sarhoş olmaktadır" (A.g.e., s.448). Bu sarhoşluk ulusun içine düştüğü ekonomik krizler ve uluslararası alanda itilip kakılmalarla birleşerek öfke nöbetlerine dönüşür. İtalya Birinci Dünya Savaşı'nın galip kampı içindeydi ama savaş sonunda dişe dokunur hemen hiçbir şey elde edememişti. Almanya halkı aynı savaşın sonunda imzalanan Versay Antlaşması'nın koşullarını küçük düşürücü buluyordu. Faşizm ve Nazizm, bu durumu başarılı biçimde propagandalarına malzeme yaptılar. Aynen bugün Türkiye'nin AB kapısındaki bekleyişinin ve ABD karşısındaki kölece teslimiyetinin Türk faşistleri tarafından demagojik biçimde siyasi malzeme yapılması gibi.
Faşizmin ırkçılığı elbetteki en büyük etkisini ülkedeki başka uluslara yönelik düşmanlık ve şiddette gösterir. Faşizmin kitle tabanını oluşturan küçük burjuvazi kapitalizmin önünde bir bütün olarak eğilmiştir. Sisteme karşı mücadeleye ne isteklidir, ne de buna gücü vardır. Trotskiy'in deyimiyle "çoğu kez cebinde beş kuruş bile bulunmayan Polonyalı Yahudi'de cisimleşen şeytani kâr düşüncesine savaş açmıştır. Yahudilere karşı düzenlenen pogromlar (katliamlar, a.n.) ırk üstünlüğünün kanıtı haline gelmektedir." Türk faşistleri de köylerden kentlere gelerek (özellikle taşra kentlerinde) kendileriyle rekabete giren, bunu yapamadığında işsizler ordusunu büyüterek faşist küçük burjuvanın her gece iflas ve işsizlik kabusu görmesine yol açan Aleviye ve Kürde karşı savaş açmıştır. Nihayet Türkiye'de faşist hareket tarafından çeşitli vesilelerle kışkırtılan linç girişimleri de "ırk üstünlüğünün kanıtı" haline getirilmektedir.
Tüm bunlardan sonra Türk faşistleri istedikleri kadar onlara faşist denmesine içerlesinler. İlk Türk faşistlerinin (Nihal Atsız'ın başını çektiği ırkçı-Turancılar) Nazilere olan hayranlığının da bugünkü faşistlerin Hitler'in Kavgam adlı kitabına olan merakının da nedeni açık değil mi? Popüler kültürün moda deyimlerinden birini kullanırsak, rahatlıkla Türk faşistlerinin yeniden "ruh ikizleri"ni aradığını söyleyebiliriz.
Faşist iktidarın özellikleri ve sınıfsal temeli
Faşizmin kitle tabanını küçük burjuvazinin oluşturduğunu ve faşist hareketin temel özelliklerinin bu sınıfın ruh halinden ve maddi koşullarından ileri geldiğini belirttik. Şimdi bu tespitimizi sınıflı toplumun bilimsel analizi olan Marksizmin temel bir ilkesiyle bütünleştirmeliyiz. Kapitalizmde toplum burjuvazi ve proletarya olarak iki karşıt kutba bölünmüştür. Belirleyici kavga bu iki sınıf arasındadır ve bir üçüncü yol yoktur. Faşizm küçük burjuva kitlelerin büyük burjuvazinin (bankasıyla, fabrikasıyla, medyasıyla bütünleşmiş dev kapitalistlerin yani finans-kapitalin) çıkarları doğrultusunda proletaryaya karşı seferber edilmesidir. Arada kalmış küçük burjuvazinin çelişkilerinden hareketle faşist hareket her zaman bazı kapitalizm dışı slogan ve demagojilere sarılmıştır. Ama tarihin defalarca kanıtladığı gibi iktidara yürüyüşleri ilerledikçe bu kapitalizm dışı yönler törpülenmiş, bu politikalarda ısrar eden unsurlar da hareketten tasfiye edilmiştir. Bununla birlikte faşist hareket asla bir kukladan ibaret görülmemelidir. Faşist hareket kapitalizme göbeğinden bağlıdır; ama özerk hareket eder. Amacı faşist kitle terörü yoluyla -reformist devrimci ayırdetmeden- tüm işçi örgütlerini dağıtarak etkisiz kılmak ve kendi iktidar tekelini kurmaktır. Faşist iktidar büyük kapitalistlere, en kaba kölelik koşullarında ve faşizmin dayattığı askeri disiplinle çalışacak, ama başkaldırmak için hiçbir birliği ve örgütlülüğü olmayan bir işçi sınıfı vaat etmektedir. Tabii bunun bir de bedeli olacaktır. Büyük burjuvazinin hiçbir geleneksel partisine iktidarda yer olmayacaktır. Süren kârların ve boyun eğmiş işçilerin karşılığında Duçe'nin, Führer'in ya da Başbuğ'un iradesine boyun eğilecektir.
Faşizm büyük burjuvazi için pahalı bir seçenektir. Bu yüzden burjuvazinin, birçok ara yol denemeden, faşizmin yolunu açtığı görülmemiştir. Nüfuzlu politikacılar, parlatılan yeni partiler ve nihayet generaller-hiçbirinin krizi çözemediği ve işçi sınıfını nihai yenilgiye uğratamadığı durumda faşizm kendini bir alternatif olarak dayatır.
İşte bu yüzden büyük burjuvazi çok ciddi ekonomik ve siyasal krizlerle karşılaşmadığında, yani normal zamanlarda egemenliğini toplumsal uzlaşı ve parlamenter demokrasi yoluyla sürdürmek ister. DSP'nin yerine AKP'yi, AKP'nin yerine CHP'yi onun yerine başka burjuva partisini seçimler yoluyla getirerek krizlerini yumuşak yöntemlerle aşmaya çalışan Türkiye burjuvazisi de yine aynı eğilimdedir. Ama birçok bağımlı kapitalist ülkede olduğu gibi Türkiye'de de çelişkiler keskindir ve her kriz derin sarsıntılara yol açmaktadır. Ek olarak patlayıcı dinamiklere sahip bir Kürt sorunu vardır. Faşist hareket ise yükseliş ve düşüşler göstermekle birlikte az çok istikrarlı bir varlığa sahiptir. Bu yüzden faşizme karşı mücadelenin gündemde tutulması ve özel olarak hazırlanılması zorunludur.
Faşizme karşı mücadele
Faşizmi sınıfsal temelde analiz ettiğimiz gibi ona karşı mücadeleyi de sınıfsal zemine oturtmalıyız. Hemen baştan söyleyelim: Faşizmi ancak örgütlü işçi sınıfı yenilgiye uğratabilir. "Ama!" diye itiraz edilecektir. "Türkiye'de faşistler işçi hareketi içinde de azımsanmayacak bir etkiye sahip değiller mi?" Bu durum doğrudur ve bunda faşizm tahlilimizle ters düşen bir şey yoktur. Tam tersine Trotskiy'in faşizm tahliline dayanarak bu durum açıklanabilir ve karşısında etkili bir mücadele geliştirilebilir.
Küçük burjuvazinin işçi düşmanlığının temelinde proleterleşmeye karşı ölümüne korku ve küçük mülkiyetine olan acınası bağlılığının yattığını tespit ettik. İşçi sınıfı bir alternatif olarak yükseldiğinde bu korku "aşağıdakini ezmek" güdüsüyle saldırganlığa dönüşmektedir. Bugün Türkiye'de ise işçi sınıfı bir alternatif olmak bir yana, atalet içindedir. Bu durumda da faşist hareket 1970'lerde olduğu gibi işçi düşmanı yüzüyle ortaya çıkmak zorunda kalmamaktadır. Tersine küçük burjuvazinin ilgi duyduğu kapitalizm dışı öğelerle süslenmiş yurtsever, milliyetçi demagoji işçi sınıfı içinde de yayılabilmektedir. Yani faşizm burjuva ideolojisinin işçi sınıfı içine zerk edilmesinde aktarma kayışı rolü oynamaktadır.
İşçi sınıfının ataletinin bu duruma yol açtığını söyledik. Ama bu atalet hiç de istikrarlı değildir, olamaz da. İşçi sınıfı mezarda emekliliğe, kölelik yasalarına, güvencesizliğe, özelleştirmelere ve nihayet ekonomik krize karşı sonsuza kadar sessiz kalamaz.
Son zamanlarda önemli kıpırtılar yaşanan işçi hareketine, grev ve direniş deneyimlerine bakın. MHP'ye sempati duyan işçilerin, bu partinin direnişlerine olan kayıtsızlığı hatta düşmanca tutumu karşısında sempatisini yitirmesi an meselesidir. Bu örnekler defalarca yaşanmıştır. İşçi hareketindeki genel bir yükseliş bu etkiyi yaygınlaştıracaktır. İş büyüdükçe de faşizm işçi düşmanı yüzünü daha vahşice gösterecektir.
Elbette tüm bunlar kendiliğinden olmayacaktır. Sosyalistlerin politikası ve faaliyetleri belirleyici önemdedir. Tüm işçi sınıfını faşist tehdide karşı bir birleşik cephede örgütlemek gereklidir. Bu birleşik cephe adı üstünde bir çok siyasal eğilimi içinde barındıracaktır. Sosyalistlerin görevi birleşik mücadele içinde işçi hareketinin önderliğini kazanmaktır. Almanya'da ve İtalya'da bu gerekliliği görmeyen sekter politikalar faşizmin iktidarına giden yolu açmıştır. Türkiye'de aynı politikaların yansıması birbirini "sosyal-faşist" ilan eden sol grupların çatışmaları şeklinde yaşanmıştır. Bu hatalar tekrarlanmamalıdır.
Faşizme karşı birleşik cephe bir işçi cephesi olmalıdır. İşçi cephesini burjuvazi için toplumsal bir tehlikeye dönüştürmek sosyalistlerin işidir. Kendini faşizme karşıymış gibi gösteren burjuva partileriyle ittifaka dayanan halk cephesi politikası ise işçi cephesinin karşıtıdır. Halk cepheleri Fransa'da, İspanya'da ve Şili'de trajik biçimde işçi sınıfının burjuvazi tarafından ezilmesinin aracı olmuştur. Sosyalistlerin işi burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin maliyetlerini düşürmek olamaz. Halk cephesi politikası burjuvazinin "en acımazsız, en vahşi" olarak görülmeyen (kendini öyle göstermeyen) kesimlerinin muhasebeciliğini yapmak değil, bir sınıf olarak burjuvazinin ve kapitalizmin mezarını kazmaktır. Tüm işçi örgütleri, sendikalar, sosyalist partiler ve faşistlerin hedef tahtasına oturttuğu Kürt işçi ve emekçileri ile onların siyasal temsilcileri halkların kardeşliği zemininde yükselen bir cephede birleşmelidirler. CHP, SHP, DSP ve bunlar gibi burjuva partilerinin bu cephede yeri yoktur. Kimse, "ama tabanlarındaki işçiler..." diye itiraz etmesin. Bu partilerin işçi sınıfıyla hiçbir zaman organik ilişkisi olmadı. "Ama onlara oy veriyorlar..." demeyin, AKP'ye daha çok oy veriyorlar! Bu işçileri de cepheye katmak zorunludur ama sendikalar aracılığıyla, fabrikalardaki ve mahallelerdeki sınıf faaliyetleriyle ve işçi sınıfına ait kullanılabilecek her yöntemle cepheye katılmalıdır. Burjuva partileriyle ise asla.
Türk Faşizminin Kısa Tarihi
Faşist Hareketin Öncülü: Irkçı-Turancı Hareket
Bugünkü faşist hareketin öncülü olan Irkçı-Turancı hareketin kökleri daha eskiye dayansa da, bu siyasi akımın Türk siyasetinde gerçek bir güç olarak ortaya çıktığı dönem İkinci Dünya Savaşı'nın başıdır. Irkçı-Turancı hareketin ortaya çıkıp güçlendiği bu dönem birbirine bağlı olan iki politik gelişme tarafından belirlenmekteydi. Bunlardan ilki 1917 Ekim Devrimi'nin ardından dünyanın her yerinde olduğu gibi Avrupa kıtasında da yükselişe geçen devrimci işçi hareketinin gerilemeye başlamasıydı. Bu gerilemenin etkisiyle sözünü ettiğimiz devrimci dalganın oldukça fazla etkilediği iki ülke olan İtalya'da 1922'de, Almanya'da ise 1933'te faşist partiler iktidarı ele geçirdiler. Bununla bağlantılı olan ikinci temel gelişme ise faşist Almanya'nın 1 Eylül 1939'da başlatmış olduğu İkinci Paylaşım Savaşı'dır. Bu savaş esnasında İtalya-Almanya-Japonya emperyalist ittifakı İngiltere, Fransa ve ABD'nin oluşturduğu öteki emperyalist bloğun rakibi oldu.
Ancak savaşın esas dönüm noktası Nazi Almanyası'nın Haziran 1941'de Sovyetler Birliği'ne saldırmasıydı. Irkçı-Turancı hareketin 1939 yılında başlayan yükselişi Nazilerin Sovyet Birliği'ne karşı açtığı savaşın seyrine bağlı olarak gelişti. Sovyetler'in savaşın ilk döneminde peş peşe aldığı yenilgiler, başını Nihal Atsız'ın çektiği Türk faşistlerinin, Sovyetler Birliği'nin içinde yaşayan Türki halkların (faşistlerin deyimiyle "esir Türkler"in) bu devletten kopup Türkiye ile birleşebileceği umuduna kapılmasına yol açtı. Türkiye'nin Nazilerle ittifak yaparak Sovyetler Birliği'ne savaş açması çağrısını yapan faşist hareket, 1939-44 arasında çıkardığı Bozkurt, Ergenekon, Tanrıdağ, Gökbörü, Kopuz, Orhun vb dergilerle görüşlerini yaygınlaştırdı. Nazi Almanyası'nın yüklü miktarda para yardımı yaptığı Irkçı-Turancı hareket, Almanların Sovyet cephesindeki ilerleyişlerine devam ettikleri dönem boyunca Türk devletinin de destek ve korumasından faydalandı. Türkçü ideolojinin devlet yöneticileri üzerindeki etkisinin en iyi örneği dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu'nun 5 Ağustos 1942'de mecliste yaptığı konuşmada "Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en azından) bir vicdan ve kültür meselesidir" demesidir. Aynı dönemde devletin ve tek parti olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin içinde Nazilerle ittifak halinde savaşa girip girmeme konusunda ciddi tartışmalar yapılmaktaydı.
Ancak Nazilerin ilerleyişinin durması ve Kasım 1942'de Sovyet karşı saldırısının başlaması Türk devletinin Irkçı-Turancılara verdiği desteği yavaş yavaş çekmesi sonucunu doğurdu. Devlet, İkinci Dünya Savaşı'nın bitişinin hemen ardından Sovyetler Birliği ile daha iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Dönem boyunca oldukça itibar görmüş olan Irkçı-Turancılar, cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün 19 Mayıs 1944'teki suçlayıcı konuşmasının hemen ardından gizli örgüt kurdukları gerekçesiyle tutuklandılar. Tutuklananlar arasında günümüz faşistlerinin "başbuğ"u olan Alparslan Türkeş de bulunmaktaydı. Faşist hareketin ilk yükselişi böylece sona erdi. 1944 yılında başlayan Irkçılık-Turancılık Davası ise, Türkiye'nin kapitalist dünyanın yanında saf tutarak Sovyetler Birliği'ne cephe almasının ve bunun sonucunda Türk-Sovyet ilişkilerinin bozulmasının etkisi ile 31 Mart 1947'de Türkçülüğün "milli bir ideoloji" olarak kutsanması ve sanıkların beraat ettirilmesi ile sonuçlandı.
MHP: Sermaye Sınıfının 1970'lerdeki Yedek Gücü
Faşist hareketin ikinci yükselişi 1960'ların ortasında başlamıştır. 1963-71 döneminde yaşanan işçi sınıfı mücadeleleri ve bu mücadelelerin bir sonucu olarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nun (DİSK) kurulması ve hızla büyümesi, 1968-71 döneminde toprak işgalleri ve Türkiye'nin her köşesine yayılan üretici mitingleri aracılığıyla kendini ortaya koyan köylü mücadelesi, uzun süredir durgunluk içinde olan Kürt halkının canlanması ve öregütlenmeye başlaması ve nihayet ülkenin belli başlı üniversitelerinde kitleselleşen, ilk önce Fikir Kulüpleri Federasyonu, ardından Dev-Genç'in kurulmasıyla hızla militanlaşan öğrenci gençlik muhalefeti Türkiye halklarının yüzünü sola döndüğünü kanıtlıyordu. Reformist de olsa kendisini "sosyalist" bir parti olarak tanımlayan Türkiye İşçi Partisi'nin 1965 seçimlerinde parlamentoya 15 milletvekili sokmayı başarması da önemli bir gelişme olarak kaydedilmelidir.
Toplumdaki bu hızlı radikalleşmeye karşılık faşist hareket devlet desteği ile yeniden örgütlenmeye başladı. Alparslan Türkeş ve kurmaylarının muhafazakâr bir taşra partisi olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin (CKMP) yönetimini 1965 yılında ele geçirmeleri bu örgütlenmenin ilk adımı oldu. İkinci adım daha sonraki yarı-askeri (paramiliter) faşist örgütlerin çekirdeğini oluşturacak olan "komando kampları"nın 1968 yılında Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde açılmasıdır. 1969 yılında CKMP adını Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdi. Faşist hareketin öz partisi böylelikle kurulmuş oluyordu. 1968-71 arasında özellikle üniversitelerdeki devrimci hareketi durdurmaya çalışan MHP'li faşistler bunu başaramadılar. 12 Mart 1971'deki askeri darbenin geçici bir süre için geriletebildiği ancak ezmeyi başaramadığı işçi hareketinin ve devrimci/sosyalist hareketin 1974 yılından itibaren yeniden yükselmeye başlaması 12 Mart ertesinde işsiz kalmış olan faşistlerin yeniden eyleme geçmelerine sebep oldu. 1974-80 arasındaki dönemde MHP işçi sınıfı hareketinin ve solun karşı kutbunu oluşturdu. İtalyan faşizmi ve Alman Nazizmi örneklerinde olduğu gibi MHP de paramiliter güçlerini kullanarak solu durdurmaya çalıştı. Ülkü Ocakları, Büyük Ülkü Derneği, Ülkücü Gençlik Derneği, Ülkü Yolu Derneği türünden kuruluşlar 12 Eylül askeri darbesine kadar faşist güçlerin yuvalandığı merkezler oldu. Bu kurumların örgütlediği silahlı güçler dönem boyunca işçi sınıfı hareketi ve devrimci güçlere karşı çok sayıda suikast ve katliam örgütledi. Bu dönemde aralarında Sakıp Sabancı, Üzeyir Garih, Murat Bayrak, Emin Cankurtaran gibi isimlerin de bulunduğu pek çok patron MHP'ye para yardımı yaptı. Dönemin sendika düşmanı patron örgütü Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası'nın başkanı Turgut Özal (1983'te başbakan, 1989'da da cumhurbaşkanı oldu) faşistlere yardım etmesi için patronları teşvik etti. Örgütlediği gençlik kesimlerine kendisini "anti-kapitalist", "anti-emperyalist" bir parti olarak sunmaya çalışan MHP, tüm bu dönem boyunca sermayenin işçi düşmanı, anti-komünist sokak gücü olma görevini yerine getirdi.
Faşist Hareketin Alevi Düşmanlığı
Faşist hareketin 1970'lerdeki siyasetinin bir diğer bileşeni ise Alevi düşmanlığıydı. Özellikle 1950'li yılları izleyen dönemde kapitalist pazara eklemlenen Orta-Doğu Anadolu'daki kentlerde yerleşik küçük burjuva kesimler tekelci kapitalizmin ağırlığı altında ezilirken, sulama vb. olanakların artmasıyla birlikte ekonomik olanakları gelişen Alevi köylü kesimlerinin bir bölümü (elbette Alevilerin büyük bölümü yoksulluk içinde yaşarken) kent merkezlerinde ekonomik yatırımlar yapmaya başlamışlardı. MHP'nin bu bölgede izlediği genel strateji de buna bağlı olarak geliştirildi. Güç kaybeden, proleterleşme tehlikesini hisseden Sünni kökenli küçük burjuva kesimlere, yoksulluklarının sebebinin kente 1950'lerden sonra yerleşen Aleviler olduğu mesajının verilmesi faşist siyasetin önemli bir parçasıydı. Alevilerin önemli bölümünün o dönemde "ortanın solu" siyasetine yönelen CHP'ye destek vermesi, bu kesimin çoğunluğunu oluşturan emekçi unsurların devrimci-sosyalist örgütlere yönelmeleri de MHP'nin çizdiği tabloyu tamamlıyordu. Bununla birlikte, Malatya, Maraş, Sivas gibi illerde yaşayan Alevilerin büyük çoğunluğunun Kürt olması dinsel gerilimlerin etnik boyut kazanmasına da yol açıyordu. MHP'nin ünlü 3 K (Kızılbaş-Kürt-Komünist) formülü bu bağlamda ortaya çıktı. Faşist hareketin bu düşmanca siyaseti daha evvel Necmettin Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'ne oy vermiş olan kitlenin bir bölümünün MHP'ye yönelmesini sağladı. 1973 seçimlerinde yüzde 11.8 oranında oy alan MSP 1977 seçimlerinde 8.6'ya gerilerken, MHP'nin oyu 3.4'ten 6.4'e yükseldi. MSP'nin Orta-Doğu Anadolu'daki oylarının yaklaşık yarısının MHP'ye kaymasının sonucunda gelen bu başarı, MHP'nin 1990'lardaki büyük yükselişine değin tekrar yakalayamadığı en üst noktaydı.




MHP'nin "İç Savaş Stratejisi" ve Katliamları
Ancak bu başarı da faşist hareketin işini kolaylaştırmıyordu. İşçi hareketinin önü kesilememiş, devrimci/sosyalist gruplar zayıflatılamamıştı; üstelik faşist saldırılara karşı (tüm eksik ve kusurlu yönlerine rağmen) güçlü bir anti-faşist direniş gelişmişti. Buna ilaveten, faşist hareket Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde devlet kadroları içinde yaygın biçimde kadrolaşmak dışında önemli bir kazanım sağlayamamış, büyük burjuvazi nezdinde ciddi bir iktidar alternatifi haline gelememişti.
Böylesi bir sıkışıklık halinin faşist hareketi rahatsız ettiği bir ortamda, Ocak 1978'de Bülent Ecevit'in başbakanlığındaki CHP hükümetinin kurulması MHP'yi içinde bulunduğu sıkışıklığı aşmak amaçlı radikal bir strateji değişikliğine yöneltti. "İç savaş stratejisi" olarak da tanımlanan bu stratejiye göre, Orta-Doğu Anadolu bölgesinde faşist hareketin önderliğinde birleşecek geniş kitlelerin sözünü ettiğimiz hedeflere yaygın biçimde saldırması bu bölgede iç savaşı kışkırtacak ve Türk Silahlı Kuvvetleri'ni faşistleri de içine alacak yeni bir iktidar bloğu kurmaya zorlayacaktı. Bu seçenek gerçekleşmediği takdirde, süreç açık bir iç savaşa dönüştürülecek ve faşist hareket bu savaştaki sağcı cephenin önderliğini (elbette ordu içinde kendisiyle birlikte davranmaya yatkın unsurlarla birlikte davranmaya gayret ederek) tek başına yapacaktı.
Bu stratejiye uygun olarak 15 Nisan 1978'de Ankara'da "Büyük Yürüyüş" adında bir gövde gösterisi yapıldı, ancak bu eylem beklenen etkiyi yaratmadı. Aynı günlerde Malatya'nın sağcı belediye başkanının kendisine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucunda ölmesiyle büyük bir kışkırtma başlatıldı. Bu kışkırtmanın sonucunda, faşistlerin yönlendirdiği, "Kahrolsun Komünizm", "Müslüman Türkiye" sloganlarını atan on binden fazla kişi 17-20 Nisan günleri arasında Alevilerin ve solcuların yoğun olarak yaşadıkları mahallelere saldırdılar. Kentteki solculara ait parti binalarını, dernekleri, matbaaları, işyerlerini yakıp yıktılar. Devrimci kitle ile faşistler arasında çıkan çatışmaların sonucunda 8 kişi öldü, 100 kişi yaralandı, 100 işyeri ve konut tamamen tahrip oldu, 960 tanesi ise zarar gördü. 3-4 Eylül 1978'de bu kez Sivas'ta yine faşistlerin kışkırttığı on binden fazla kişi "Kanımız aksa da zafer İslamın" sloganıyla Alevi mahallelerine saldırdı, çatışmaların sonucunda 9 kişi öldü, 350 kişi yaralandı.
Faşistlerin düzenlediği en kanlı saldırı ise Maraş'ta gerçekleşti. İki solcu öğretmenin katledilmesinin ardından 22 Aralık 1978'de düzenlenen cenaze törenine, Cuma namazından çıkan on bini aşkın kişi "Müslüman Türkiye", "Komünistlerin cenaze namazı kılınmaz!" sloganlarıyla saldırdı. 23-25 Aralık günleri arasında "Yaşasın Türkeş", "Komünist Alevileri öldürün!", "Alevileri yaşatmayın, bunları öldüren cennetlik olur!", "Allahını seven, peygamberini seven yürüsün" diye uluyan on bini aşkın kişi önce solcu ve Alevi kitlenin yoğun olarak bulunduğu Yörük Selim Mahallesi'ne saldırdı. Defalarca denemelerine rağmen, faşistler mahalledeki kitle direnişini kıramadılar. Bu başarısızlığın ardından Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamına imza attılar. Devrimci güçlerin Yörük Selim Mahallesi'ne çekilme çağrısına uymayan, evlerinden ayrılmak istemeyen, çoğunluğunu CHP sempatizanlarının oluşturduğu insanlar devlete ve iktidardaki CHP'ye güvenmenin bedelini ödeyerek faşistlerin açık hedefi oldular. Sayısı bugün de belli olmayan (resmi rakamlara göre ölü sayısı 111'di; ancak gerçek rakamın bunun en az iki katı olduğuna inanılmaktadır) çok sayıda insan faşistlerce işkence edilerek, yakılarak katledildi. Binin üzerinde insan yaralandı. Faşistler bu katliam sırasında çok sayıda kadına tecavüz ettiler.







"İç Savaş Stratejisi"nin İflası
26 Aralık günü Maraş'ın da içinde bulunduğu 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Sıkıyönetim ilanının ardından umutlanan MHP'nin iktidar bloğu içinde yer alma çabası sonuç vermedi. Bunun en temel nedeni, devrimcilerin Maraş Katliamı'nın ardından MHP'yi toplumdan tecrit etmek amacıyla düzenlediği anti-faşist kampanyanın başarılı olmasıydı. Tecrit olmaya başlayan MHP'yi eşit bir ortak olarak görmeyen Türk Silahlı Kuvvetleri, var olan krizi bitirme ve solun gücünü kırma işini düzenin merkez siyasal güçleri olan CHP ve Adalet Partisi'ne havale etmeye çalıştı. İktidar bloğunun içine dahil olma umudunu yitiren ve anti-faşist seferberlikten büyük korku duyan faşist hareket, MHP genel başkan yardımcısı Gün Sazak'ın 27 Mayıs 1980'de Ankara'da öldürülmesinin ardından ülke çapında saldırı kampanyası başlattı. Bu kampanyanın en önemli ayağı 28 Mayıs-4 Temmuz tarihleri arasında Çorum'da girişilen kitle katliamı denemesidir. "Komünistler Alaaddin Camii'ne bomba attılar" yalanını söyleyerek kitleleri kışkırtan faşistler, Alevi ve solcuların oturduğu mahallelere saldırdılar. Kentteki devrimcilerin tüm iç çatışmalarını bir yana bırakarak anti-faşist direnişte birleşmeleri Çorum'un ikinci Maraş olmasını önledi. Elliden fazla insanın yaşamını yitirdiği Çorum Olayları, faşistlerin inisiyatifi ele geçirmek bir yana, direniş nedeniyle bu fırsatı tamamen yitirdikleri olay olarak tarihe geçti. Bu olayın ardından iyice paniğe kapılan ve yerel unsurları üzerindeki denetimini kaybeden faşist hareket 12 Eylül gününe değin silahlı saldırılarını ümitsizce sürdürdü.
Yönetememe krizini yaşayan burjuva düzeninin imdadına yetişen 12 Eylül 1980 askeri darbesi, darbeye direnemeyen işçi hareketini ve devrimci/sosyalist güçleri silindir gibi ezdi. Bununla birlikte, faşist hareketin öncü kadroları da geçici bir süreyle dinlenmeye alındı. Hareketin militan kadrolarının küçük bir bölümü ise daha sert şekilde cezalandırıldı. Faşizmin 1970'lerdeki serüveni böylelikle son buldu.




Faşizmin 1990'lardaki yeniden doğuşu
MHP'nin 1990'lı yıllardaki yeniden doğuşu farklı bir konjonktürün ürünüydü. Bu yükselişin iki temel nedeni vardır. Birinci neden Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki bürokratik rejimlerin çöküşünün Türk hakim sınıflarının "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne Türk Dünyası" hayalini güçlendirmesidir. Bu hayal neo-Osmanlıcılık fikrinin ortaya çıkmasına ve Pantürkizmin hortlamasına neden oldu. Bunun sonucunda faşist hareketin itibarı arttı. Örneğin Orta Asya'ya yapılan gezilerin heyetlerine hiçbir resmi sıfatı bulunmayan Alparslan Türkeş de dahil edildi. Kontrgerilla ve Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Orta Asya'da yaptığı operasyonlara (Azerbaycan ve Özbekistan'daki darbe girişimleri vb.) MHP militanları da dahil edildi.
Faşist hareketin yükselişinin ikinci nedeni Kürt hareketinin 1990'lı yıllarda ivme kazanmasına paralel olarak yükselen Türk şovenizminin MHP'ye kan taşımasıdır. Asker cenazelerinden PKK karşıtı gösterilere ve Kürtlere yönelik saldırılara kadar farklı eylem biçimlerini devreye sokan faşistler hızla güçlendi.
Not edilmesi gereken bir diğer gelişme ise, Muhsin Yazıcıoğlu'nun liderliğini yaptığı, kendisine "Türk-İslam Ülkücüleri" adını veren bir grubun 1991'de partiden koparak Büyük Birlik Partisi'ni kurmasıdır. Hareketin yaşadığı bu bölünme MHP'nin faşist hareketin öz partisi olma sıfatıyla yükselmesini engellemedi. 24 Aralık 1995'te yapılan genel seçimde MHP yüzde 8.2 oy oranını tutturdu. Faşist harekete güç kazandıran bir diğer faktör ise neo-liberal ekonomi politikalarını tavizsizce uygulayan merkez partilerinin (sırasıyla ANAP, DYP, SHP ve CHP) tamamının çökmesidir. Bu durumdan faydalanan İslamcı Refah Partisi'nin önünün 28 Şubat 1997'deki askeri müdahalenin ardından kesilmesi faşist MHP'nin rakipsiz kalmasını sağladı. Tüm toplum cami ile kışla arasında kutuplaştırılmışken, hem cami hem de kışlayı gözeten (ve bunu TSK ile azami uyum içinde yapan) MHP'nin kitle desteği arttı. Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkışı ile başlayan, İtalya'daki günleri ile devam eden ve 15 Şubat 1999'da yakalanması ile doruğuna varan Kürt düşmanı-şovenist dalga 15 Nisan 1999'daki genel seçimde yüzde 18 oranında oy alan MHP'nin ikinci parti olmasını sağladı. Bu olay faşist hareketin tarihinde ulaştığı en başarılı sonuçtu. Bu seçimin ardından DSP, MHP ve ANAP bir koalisyon hükümeti kurdular. Abdullah Öcalan'ı idam ettirmeyi başaramayan, kendisine oy veren kitlenin taleplerine zıt biçimde neo-liberal politikaları uygulayan MHP, Cem Uzan'ın Genç Parti'yi kurmasının da etkisiyle güç kaybetti ve 3 Kasım 2002'deki genel seçimlerde yüzde 8 oy alarak meclis dışına düştü. DSP ve ANAP'ın siyaset sahnesinden silinmesine neden olan bu seçim, tüm yıpranmışlığına rağmen MHP'nin 1990'larda yakaladığı yüzde sekizlik oy tabanını muhafaza ettiğini ortaya koydu. 29 Mart 2004'te yapılan yerel seçimler öncesinde ciddi bir kampanya örgütlemeyen MHP'nin il genel meclisi kategorisinde yüzde 10.5 oranında oy alması, faşist hareketin Kürt Sorunu, Kıbrıs, Ermeni meselesi ve Türkiye-AB ilişkileri başlıklarından beslenerek yeniden güç kazanmakta olduğunu ortaya koydu. 2007 seçimlerinde MHP'nin oy oranı % 14'e yükseldi ve böylece hareket mecliste yeniden temsil edilmeye başladı. MHP son 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde oy oranını %16'ya çıkarttı. BBP ise lideri Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümünün yarattığı psikolojik atmosferin de etkisiyle oylarını ciddi biçimde yükseltti. MHP, son dönemde Kürt açılımı adı altında uygulamaya konan ancak aslı Kürt hareketini tasfiye planı olan süreci, Kürt düşmanlığına dayalı faşist propagandayı yükseltmek ve yeni bir örgütlenme atağı gerçekleştirmek için değerlendirmeye çalışmaktadır. Tüm bu gelişmeler faşist hareketin karşı devrimci potansiyelinin önemsenmesi gerektiğine dair göstergelerdir.




12 Eylül Faşizm miydi?
Türkiye solunun öteden beri yaptığı en vahim politik yanlışlardan biri, aralarındaki önemli farkları görmezden gelerek her türden baskıcı rejimi "faşizm" olarak nitelendirmektir. Solu ve işçi sınıfı örgütlerini şiddet yoluyla ezen her türden rejimi "faşist diktatörlük" olarak yorumlamak iki temel yanlışı içinde barındırmaktadır.
Bunlardan ilki çıplak şiddetin kullanılmadığı burjuva rejimlerinin "demokratik" bir öze sahip olduğu yanılsamasına kapılmaktır. Oysa kullandığı araçlar, uyguladığı yöntemler ne olursa olsun, burjuvazinin hakim sınıf olarak örgütlendiği her rejim burjuva diktatörlüğü sayılmalıdır. "Demokratik" sıfatı yakıştırılan Batı Avrupa'daki rejimler de buna dahildir. Her türden burjuva rejimi yalnızca varlığının tehdit edildiği dönemlerde değil, göreli olarak olağan sayılabilecek dönemlerde de sınıf hakimiyetinin devamı için zor ve baskıyı kullanır. Örneğin tıpkı Türkiye'de olduğu gibi, Avrupa'da da F-Tipi hapishaneler vardır ve bunlar sistemin görece "istikrarlı" biçimde işlediği dönemlerde de kullanılır. Aynen Türkiye'deki gibi, Britanya cezaevlerinde de çok sayıda devrimci tutsağın şehit düştüğü açlık grevleri yaşanmıştır. Bu durum Batı Avrupa'daki burjuva diktatörlüklerinin "faşist" nitelikli olduğu anlamına gelmez, her türden burjuva rejiminin baskıcı bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Her türden baskıcı tedbire faşist yaftasını yapıştıranlar tutarlı olmak istiyorlarsa dünya üzerindeki her ülkenin faşist diktatörlükle yönetildiğini savunmalıdırlar; zira baskı ve zor kullanılmaksızın işleyen burjuva diktatörlüğü yoktur. Yukarıda açıkladığımız ilk yanlış ile bağlantılı olarak sıklıkla yapılan bir diğer hata ise tüm askeri rejimlerin faşist olarak nitelenmesidir. İşçi sınıfı hareketini ve devrimci hareketi şiddet yoluyla ezen, her türden muhalefetin sindirildiği askeri diktatörlüklere faşizm demek İngiltere, Fransa, Almanya gibi parlamenter demokrasi aracılığı ile işleyen burjuva diktatörlüklerine "faşist" sıfatını yakıştırmaktan daha kolaydır. Askeri rejimlerin baskıcı niteliği, ortaya koydukları açık şiddetin ve devlet terörünün yoğunluğu bu rejimlere "faşist" denmesini kolay ve daha az gülünç hale getirmektedir. Oysa bu da en az birincisi kadar vahim bir hatadır. Türkiyeli devrimciler 12 Eylül 1980'de kurulan askeri diktatörlüğü "faşist diktatörlük" olarak nitelendirirken bu hatayı yapmaktadırlar. Bu yalnızca bir terminoloji hatası olsaydı üzerinde çok fazla durmak gerekmeyebilirdi. Ancak bu hata politik bakımdan yanlış olan strateji ve taktikleri de beraberinde getirdiği için üzerinde önemle durmak gerekiyor.
12 Eylül'de kurulan askeri diktatörlük, işçi sınıfını, sosyalist hareketi ve Kürt örgütlerini ezen sınıfsal kiniyle, Mamak ve Diyarbakır zindanlarında somutlanan vahşetiyle bu topraklardaki tüm sömürülen, ezilen kesimler için bir felakettir. Onun bu niteliğini ortaya koymak için "faşist" sıfatını kullanmanın hiçbir gereği yoktur. Daha "faşizm" kavramı ortada yokken işçi hareketini ve sosyalistleri ezen askeri diktatörlükler görülmüştü. Dolayısıyla "faşist" sıfatını kullanmak bu noktada hiçbir özel anlam taşımamaktadır. Faşizm terimi İtalya'da 1922'de, Almanya'da ise 1933'te iktidara gelen faşist hareketler bağlamında Marksist literatürde yer bulmuştur. O dönemde bu kavram hakkında yazan devrimci Marksistlerin aklına bu tarihlerden önce veya sonra gündeme gelen her türlü baskıcı rejime "faşist" sıfatını vermek gibi ucube fikirler gelmemiştir. Tam bu noktada Türkiye örneğine geri dönerek12 Eylül askeri diktatörlüğünün faşist bir rejim olmamasını birbiriyle bağlı olan dört temel noktaya bakarak açıklayalım.






1) Faşist diktatörlük işçi sınıfını atomize etmek için sınıfın her türden örgütlenmesini ezer ve dağıtır. En uzlaşmacı, en reformist sendikalar ve işçi örgütleri de buna dahildir. 12 Eylül askeri diktatörlüğü işçi sınıfı hareketini ezmek amacıyla, sınıf mücadeleci bir niteliğe sahip olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu'nu kapatmıştır. Faşist MHP'ye yakın duran Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu da kapatılmıştır. Buna karşılık Türkiye'deki en büyük sendika olan, sınıf uzlaşmacı Türk-İş sendikası kapatılmamıştır. Bu sendika askeri diktatörlüğün yöneticilerince hedef alınmamış, dahası Genel Sekreteri Sadık Şide Çalışma Bakanı yapılmıştır. Faşist diktatörlüklerle 12 Eylül askeri diktatörlüğünün bu niteliksel farkı ilkinin kendine ait büyük bir kitle desteğine sahip olmasından kaynaklanır. Dolayısıyla tüm işçi örgütlerini dağıtırken bu militan kitle desteğini arkasına alması onu rahatlatır. 12 Eylül askeri diktatörlüğü ise bu türden bir militan kitle desteğinden mahrum olduğu ve böyle bir amaca sahip olmadığı için sınıf uzlaşmacı bir sendika olan Türk-İş'i kapatmak gibi bir arayış içine girmemiştir.






2) Faşist diktatörlüğün en önemli niteliği iktidar tekelini süresiz olarak kurmaktır. İtalya'daki Faşist Parti, Almanya'daki Nazi Partisi yalnızca işçi sınıfı partilerini değil, diğer tüm burjuva partilerini de süresiz olarak yasaklayarak faşist partinin diktatörlüğünü ilan etmişlerdir. 12 Eylül'de iktidarı ele alan askeri cunta faşist MHP de dahil olmak üzere tüm partileri kapatmıştır; ancak bunu iktidar tekeli kurmak için değil, 12 Eylül öncesindeki burjuva partilerinin yöneticilerine düzeni idame ettirmekteki beceriksizliklerinin bedelini ödetmek için yapmıştır. Bunların yerine, aynı siyasi gelenekten partilerin kurulmasına izin vermiş, bunlar üzerindeki kısıtlamaları da kademeli olarak kaldırmıştır. 1983'te yapılan genel seçimler aracılığı ile yönetimi (elbette MGK'nın sultası altında) parlamentoya devretmiştir. Dolayısıyla 12 Eylülcüler işçi hareketini ve solu ezdikten sonra iktidar tekeli kurmaya değil, iktidarı kontrollü biçimde sivil burjuva güçlerle ve parlamentoyla paylaşmaya yönelmişlerdir.






3) Faşist hareket, diğer tüm burjuva partileri için de geçerli olan devletten göreli olarak özerk olma kuralına uyar. Faşist partiler, tıpkı diğer burjuva partileri gibi var olan düzeni devam ettirme noktasında devletle birlikte davranırken aynı zamanda kendi bağımsız varlıklarını korurlar. Faşist partiler olan MHP ve BBP'nin kontrgerillayla özel ilişkilerinin mevcut olduğu herkesin malumudur. Ancak bu hareketler devletin kendisi değildir. Temsil ettikleri kitlenin devletin o günkü politikaları ile ters düşebilecek taleplerini de zaman zaman dillendirmek durumundadırlar. (Örneğin BBP Genelkurmay'la yakın durmaya çalışan bir parti olmasına rağmen türbanın devlet dairelerinde serbest olmasını savunmaktadır. MHP de utangaçça da olsa aynı talebi zaman zaman dile getirmektedir. Daha çarpıcı örnek, MHP'nin bugün "Kürt açılımı" konusunda MGK'nın ve Genelkurmay'ın karşısında yer almasıdır.) Bu, faşist hareketin bir kitle hareketine yaslanmak zorunda olması ile ilişkilidir. Faşist partilere kan veren kitle proleterleşme tehdidi altındaki küçük burjuva kesimler ve işsizlerdir. Eğer o ülkede sol hareket belirli bir güç ve etki sahibi ise, faşist hareket bu hegemonyayı kırmak için "anti-kapitalist" demagojiyi de kullanabilir. Tüm bunlar askeri diktatörlüklerin sahip olmadığı özelliklerdir. 12 Eylül askeri darbesinden sonra kurulan rejim de aynen böyledir. Rejim, 12 Eylül öncesinde iyice tecrit edilmiş olan, solu ezmekte başarılı olamayan ve "anti-kapitalist" demagojinin de etkisiyle kontrol dışına çıkan militan faşist kadroları cezalandırmıştır. MHP ile iç içe geçecek türden bir askeri rejim seçeneği burjuvazi tarafından kabul edilmemiş, bizzat devletin bir parçası olan ordu, kitle hareketini ve solu ezmek için kullanılmıştır. Dolayısıyla 12 Eylül rejimi MHP'nin seferber ettiği kitle ile özel bir ilişki içine girmemiştir. Tüm bu özellikleri ile 12 Eylül, faşist bir diktatörlük değil, askeri bir diktatörlük olarak tanımlanmalıdır.






4) Tüm bunlardan çıkartılması gereken sonuç açıktır: 12 Eylülcüler burjuva düzenini istikrara kavuşturmak için askeri bir diktatörlük kurmuş olan bir kadrodur. Faşist hareket ise (devletle kurduğu tüm özel ilişkilere rağmen) göreli olarak bağımsız bir harekettir ve kitle temeline dayalı olarak iktidara yönelir. Bu yüzden de ona karşı Birleşik İşçi Cephesi temelinde bir mücadele hattı kurulmalı, faşist saldırılarla mücadele edecek komiteler her alanda oluşturulmalıdır. 12 Eylül'ün ve bugünkü rejimin faşist olduğunu savunmak ise bu özel önlemleri gereksiz görmeye neden olur ve politik bakımdan ölümcül sonuçlar üretebilir.






Faşist hareket ve kontrgerilla
Her burjuva devletinin olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti'nin de işçi-emekçi hareketine, ezilen halkların mücadelesine ve devrimci güçlere karşı kullandığı, "kontrgerilla" olarak bilinen gizli operasyon birimleri mevcuttur. Ordu ve polis gibi klasik baskı aygıtlarının yetersiz kaldığı koşullarda diğer burjuva devletleri gibi Türkiye Cumhuriyeti de bu birimleri kullanır. Türkiye'nin bu konudaki görünür tek farkı kontrgerilla faaliyetlerinin kamuoyu tarafından bilinmesine rağmen bu örgütlenmelerin tasfiyesi için hiçbir somut adım atılmaması ve kontrgerilla üyelerinin halkın bir bölümü tarafından hâlâ "vatan için çalışan kahramanlar" olarak görülmesidir. Devletin muhaliflere karşı kontrgerilla türünden birimleri kullanması yeni değildir. İttihat ve Terakki döneminin Teşkilat-ı Mahsusa adlı istihbarat örgütü ile erken Cumhuriyet döneminde Kemalistler tarafından her türden muhalefete karşı yapılan açık/gizli operasyonların varlığı bilinmektedir. Ancak özellikle "Soğuk Savaş" olarak bilinen dönemin başlaması kontrgerilla örgütlenmesi bakımından bir dönüm noktasıdır. Bu dönemden itibaren Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'daki bürokratik işçi devletlerine karşı kapitalist-emperyalist bloğun yanında yer alan ve bu çerçevede NATO'ya üye olan Türkiye Cumhuriyeti'nde kontrgerilla faaliyetleri daha düzenli ve etkin bir yapıya kavuşmuştur. Tüm NATO ülkelerinde özellikle sol hareketlere karşı kullanılan "Gladio" isimli gizli operasyon örgütlenmeleri 1952'de Türkiye'de de kurulmuştur. Bu tarihten itibaren başta ABD istihbarat servisi CIA olmak üzere pek çok ülkenin istihbarat servisleri ile koordineli olarak çalışan bu birimler, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri çatısı altında örgütlenmişlerdir.
Kontrgerillanın MHP ile ilişkisi için pek çok örnek vermek mümkündür. 16 Mart 1978 tarihinde İstanbul Üniversitesi'nden çıkan 7 devrimci öğrenciyi bomba ve kurşunlarla katleden MHP'lilerden biri olan Zülküf İsot'un ailesinin anlatımları oldukça önemlidir. Aile üyeleri aynen şunları söylemiştir:
"Bir albay. Parayı getiren bir albay. Zülküf'e çantayla parayı getiren bir albay. Bu adam Küllük'e [faşistlerin Beyazıt'ta üs olarak kullandıkları bir kahve] girmiyor, belli bir yerleri var sokakta. Aynen şu filmlerde gördüğünüz gibi çanta değiştirmeyle oluyor. İhtiyaçlarımız neyse bildiriyorduk tabancaya kadar diyor, mermiye kadar getirirdi bu albay diyor. O albay da neredeyse Türkeş'in sağ kolu."
1970'li yıllarda kontrgerillayla ilişkilerini sağlamlaştıran faşist hareket 12 Eylül sonrasında bu ilişkileri daha da geliştirmiştir. Eski faşist reislerden Abdullah Çatlı, Abdi İpekçi'nin katillerinden Oral Çelik, Bahçelievler Katliamı'nın tetikçilerinden Haluk Kırcı, 1970'lerde MHP'nin işlediği 41 cinayetten sorumlu olan mafya lideri Alaattin Çakıcı, 1980'lerde yıldızı parlatılan mafya lideri Sedat Peker gibi pek çok faşist katil Milli İstihbarat Teşkilatı, JİTEM vb kuruluşlara hizmet verdiler. Haraç alma, Kürt halkına kurşun sıkma, uyuşturucu ticareti yapma gibi pek çok "görev" bu faşist katiller tarafından yerine getirilmiştir. Bu operasyonlar Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu olan kontrgerillacılardan Veli Küçük, Korkut Eken, polis örgütünün şeflerinden Mehmet Ağar, Necdet Menzir, Kemal Yazıcıoğlu gibi kişiler tarafından yönetilmiştir. 3 Kasım 1996 tarihinde Susurluk'ta meydana gelen trafik kazasından sonra faşist reis Abdullah Çatlı, polis şefi Hüseyin Kocadağ ve Kürt halkının düşmanlarından korucubaşı Sedat Bucak'ın aynı arabadan çıkması ile yeniden ortaya çıkan MHP-kontrgerilla bağlantısı, kontrgerilla ve faşistlerden hesap sorulabilmesi için işçi hareketine ve devrimci güçlere ciddi bir fırsat sunmuştur. Kontrgerillaya karşı "Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık" vb eylemler yaygınlaşmaya başlamıştır. Ancak bir süre sonra solun ve sendikaların önemli bölümü 28 Şubat 1997'de ordunun Necmettin Erbakan hükümetine verdiği muhtıranın ardından TSK'nın başını çektiği "laik cephe"nin bir parçası haline gelmiştir. Susurluk kampanyası hedefinden saptırılmış ve etkisizleştirilmiştir. Bu büyük fırsatın kullanılamaması kontrgerillanın ve faşistlerin süreçten yıpranmadan çıkmasına neden olmuştur.
Hesap sorulamayan kontrgerilla, faaliyetlerine bugün de devam ediyor. Şemdinli'de Kürt halkının üzerine bombalarla saldırılması, Cumhuriyet gazetesine bomba atılması ve Danıştay'a yapılan silahlı saldırının ardında yine kontrgerilla vardır. Cumhuriyet ve Danıştay olaylarında tetikçilik yapan Alparslan Aslan ülkücü bir katildir. Bağlantılı olduğu isimler ise ordu kökenli kontrgerilla şeflerinden Veli Küçük, Muzaffer Tekin ve Susurluk olayının önemli isimlerinden Özel Harekâtçı katil İbrahim Şahin'dir. Bu eylemlerin gerçek faili TSK tarafından yönlendirilen kontrgerilladır. Devrimci hareketin Susurluk olayının ertesinde düştüğü "laik cephe" tuzağına bir kez daha düşmesi intihar olur. Yapılması gereken kontrgerilla ve faşist hareketi teşhir ederek bu güçlerden hesap sormaktır.
Bugün burjuvazinin Batıcı-laik ve İslamcı kanatları arasında sürmekte olan politik iç savaş bağlamında AKP'nin kendi hükümetini savunmak ve bir saldırı ile karşı tarafın elini kolunu bağlamak amacıyla önünü açtığı Ergenekon davası, Veli Küçük, Muzaffer Tekin ve İbrahim Şahin gibi sayısız katliama karışmış olduğu artık tescilli olan bir dizi kontrgerilla mensubunun yargılanmasını sağlıyor. Ama Ergenekon diye anılan örgütlenme kontrgerillanın kollarından sadece biridir. 2003-2004'te planlanan darbenin fikir babaları, Türkiye'de darbe ve askeri müdahale suçunu işlemiş birçok generalden, sadece AKP hükümetine karşı komplo hazırlayanları hedef alıyor. Davanın savcıları kontrgerillanın Kürt halkına karşı işlediği canice suçları bir türlü iddianamenin kapsamına sokmuyor. Üstelik, davanın hazırlanış tarzı, çeşitli boyutlarıyla, bu işin yılan hikâyesine dönmesini neredeyse garanti altına alıyor.
Bütün bunlar doğru ise, Türkiye işçi sınıfının ve müttefiklerinin kontrgerilla ile mücadele konusunda yapabileceği çok şey mevcuttur. Kontrgerilla, AKP'ye ve savcılara bırakılamayacak kadar hassas ve önemli bir iştir ..

-------------------------------------------------------------------------------------
-
-
VATANSEVERLİK, ÖZGÜRLÜĞE KARŞI BİR TEHDİTTİR
Vatanseverlik nedir? Bir kişinin doğduğu topraklara, çocukluğunun anıları ve umutlarının, hayallerinin ve özlemlerinin bir arada toplandığı yere duyduğu sevgi midir? Çocuksu bir naiflikle, bulutların akışını seyrettiğimiz ve kendimizin de neden öylesine yumuşakça uçamadığımızı merak ettiğimiz yer midir? Milyarlarca parlayan yıldızı sayıp, ruhlarımızın derinliklerine işleyen “gözümüzün nuru mu”? Kuşların müziğini dinleyip, onlar gibi uzak diyarlara uçmak için kanatlarımız olmasını dilediğimiz yer mi? Ya da annemizin dizlerinde oturup, büyük zaferlerin ve efsanelerin hikâyeleriyle kendimizden geçtiğimiz yer midir? Kısacası, her santimetre karesinin güzelliği ve eşsiz mutluluk, zevk ve oyun dolu çocukluğumuzu temsil ettiği yere duyulan aşk mıdır?Eğer vatanseverlik bu ise, bugün pek az Amerikalı’yı vatansever olarak adlandırabiliriz; çünkü, oyun mekânları artık fabrikalar, değirmenler ve madenlere dönüşmüştür. Kuşların müziğinin yerini ise, sağır edici makine sesleri almıştır. Artık büyük zaferler ya da efsanelerle ilgili hikâyeler de dinleyemeyiz çünkü annelerimizin öyküleri acı, göz yaşı ve kederi anlatmaktadır.O halde, nedir vatanseverlik? “Vatansever, efendim, adi ve alçakların son sığınağıdır,” demişti Dr. Johnson. Zamanımızın en büyük milliyetçilik karşıtı Leo Tolstoy, vatanseverliği bütün katillerin eğitimini tatmin edecek bir prensip olarak tanımlar; hayatın gereklilikleri olan ayakkabı, kıyafet ve ev yapımından çok insan öldürmek için daha iyi ekipmanı bulunan bir iş; averaj çalışan adamınkinden daha üstün kârları ve zaferleri garantileyen bir iş.Diğer bir anti-vatansever olan Gustave Herve de vatanseverliği din kurumundan daha incitici, vahşi ve insanlık dışı bir boş inan olarak tanımlar. İnsanın doğal fenomeni tanımlamadaki beceriksizliğinden kaynaklanan dini bir boş inan. İlkel insan fırtınayı duyduğunda ya da şimşek çaktığını gördüğünde, her ikisini de açıklayamazdı ve bu yüzden de bu olayların ardında kendisinden daha üstün bir güç olduğu sonucuna varırdı. Benzer şekilde yağmurda ve doğadaki çeşitli değişiklerde de doğaüstü bir güç görürdü. Diğer yandan vatanseverlik, yapay bir şekilde yaratılmış ve yalanlar ile yanlış söylentilerin iletişim ağından kaynağını alan bir boş inandır; insanı özgüven ve değerlerinden kopartırken, ona kibir ve anlamsız bir gurur katan boş bir inan.Gerçekten de kibir, anlamsız gurur ve egotizm vatanseverliğin ayrılmaz bileşenleridir. Açıklayayım. Vatanseverlik dünyamızın her biri demir paamaklıklarla çevrili küçük noktalara bölünmüş olduğunu söyler. Bazı özel noktalarda doğma şansına sahip olanlar herhangi bir diğer noktada ikâmet edenlere göre kendilerini daha üstün, asil ve akıllı görürler. Bu yüzden de o seçilmiş noktada yaşayanların, üstünlüklerini diğerlerine göstermek amacıyla kavga etmek, öldürmek ve ölmek gibi görevleri vardır.Diğer yerlerde yaşayanlar ise, bebekliklerinden ya da çocukluklarından itibaren beyinlerini Almanlar, Fransızlar ya da İtalyanlar’ın kan dolu hikâyeleriyle doldururlar. Çocuk yetişkinliğe eriştiğinde, kendisinin Tanrı tarafından ülkesini tüm yabancıların saldırı ya da istilâlarına karşı savunmak amacıyla seçilmiş olduğu düşüncesiyle doldurulmuş olur. Bu yüzdendir ki bizler daha üstün bir ordu ve donanma, savaş gücü ve cephane için haykırmaktayız. Bu yüzdendir ki Amerika kısa bir zaman içerisinde ordusu için dört yüz milyon dolar harcayabilmektedir. Bir düşünün: İnsanların üretiminden çalınmış dört yüz milyon dolar. Elbette ki vatanseverlik oyununa katılanlar, zenginler değildir. Onlar her yerde kendilerini evlerinde hissedebilen kozmopolitanlardır. Biz Amerika’da bu gerçekliğin farkındayız. Bizim zengin Amerikalılarımız Fransa’da Fransız, Almanya’da Alman ya da İngiltere’de İngilizler değiller mi? Bir kozmopolitan gururu içerisinde, Amerikalı fabrika çocukları ya da köleler tarafından üretilen parayı boşuna harcayanlar da onlar değil mi? Evet, onların vatanseverliği Roosvelt’in insanlarının adına yaptığı gibi, bir talihsizlikle karşı karşıya kaldığında ya da Sergius Rus devrimcileri tarafından cezalandırıldığında, Rus Çarı gibi bir despota baş üzüntülerini iletebilecek mesajların yollanmasını mümkün kılan bir vatanseverliktir.Bu, Meksika’da binlerce insanı öldüren baş katil Diaz’ı destekleyebilecek ya da Meksikalı devrimcilerin Amerika topraklarında tutuklanarak, Amerikan hapishanelerinde hiçbir geçerli sebep olmadan mahkum edilmelerini onaylayacak bir vatanseverliktir.Ama vatanseverlik refah ve gücü temsil edenler için değildir. İnsanlar için yeterince iyidir bu. Voltaire’in en yakın arkadaşlarından olan ve şu sözleri söylemiş olan Büyük Frederick’in tarihi zaferini anımsatıyor bu bizlere: “Din bir sahtekârlıktır ama toplumlar için ayakta tutulmalıdır.”Bu tür bir vatanseverlik de oldukça fazla para gerektiren bir kurumdur; aşağıdaki istatistikleri okuduktan sonra hiç kimse bundan şüphe duymayacaktır. Yüzyılın son çeyreğinde, dünyada lider ordu ve donanmalar için yapılan harcamalardaki progresif artış, her duyarlı öğrenci için ekonomik kaygılar yaratacak derecede somut bir gerçekliktir. 1881′den 1905′e kadarki zamanı beş yıllık periyodlara bölerek ve güçlü devletlerin bu sürecin başlangıç ve bitiş noktalarındaki harcamalarını belirterek kısaca özetlenebilir bu durum. Belirtilen ilk ve son harcama giderlerinde göre bu süreç içerisinde İngiltere’nin harcamaları 2,101,848,936$’dan 4,143,226,885$’a, Fransa’nınkiler 3,324,500,000$’dan 3,455,109,900$’a, Almanya’nınkiler 725,000,200$’dan 2,700,375,600$’a, ABD’ninkiler 1,275,500,750$’dan 2,650,900,450$’a, Rusya’nınkiler 1,900,975,500$’dan 5,250,445,100$’a, İtalya’nınkiler 1,600,975,750$’dan 1,755,500,100$’a ve Japonya’nın ki 182,900,500$’dan 700,925,475$’a çıkmıştır.Belirtilen her ülkenin askeri harcamaları, her beş yıllık periyod içerisinde artış göstermiştir. 1881′den 1905′e kadarki dönemde İngiltere’nin ordusuna yaptığı harcamalar dört katına, ABD’ninkiler üç katına, Rusya’nınkiler iki katına çıkmış; Almanya’nın harcamaları %35 oranında, Fransa’nınkiler %15 oranında ve Japonya’nınkiler de yaklaşık %500 oranında artmıştır. Eğer bu ülkelerin yirmi beş yıllık süreç içerisindeki tüm harcamalarını, ordularına yaptıkları harcamalarla karşılaştıracak olursak aşağıdaki sonuçları elde ederiz:İngiltere’de %20′den %37′ye, ABD’de %15′den %23′e, Fransa’da %16′dan %18′e, İtalya’da %12′den %15′e, Japonya’da %12′den %14′e. Diğer taraftan Almanya’daki oranın %58′den %25′e düşmüş olması da ilginçtir; bu düşüşün sebebi diğer amaçlar için imparatorluk harcamalarında büyük artışlar yapılmış olmasıdır. 1901′den 1905′e kadar olan dönemde yapılan askeri harcamaların takip eden beş yıllık süreçlerdeki harcamalardan daha yüksek olduğu da başka bir gerçekliktir. İstatistikler, oranda askeri harcamaları en yüksek olan ülkelerin sırasıyla İngiltere, ABD, Japonya, Fransa ve İtalya olduğunu göstermektedir.Donanmalar için yapılan harcamaların göstergeleri de inanılmaz boyutlardadır. 1905′le sonlanan yirmi beş yıllık süreçte, ülkelerin donanmaya yaptıkları harcamalar şöyle bir artış göstermiştir: İngiltere %300, Fransa %60, Almanya %600, ABD %525, Rusya %300, İtalya %250 ve Japonya %700. İngiltere bir istisna olmak üzere, ABD diğer tüm ülkelerden daha çok donanma harcaması yapmaktadır ve bu harcamaların oranı tüm ulusal harcamalarda da diğer güçlerinkilerden fazladır. 1881′den 1885′e kadarki süreçte, ABD’nin donanma için yaptığı harcama ülke için yapılan bütün harcamalarda her 100$’da 6,20$ gibi makul bir orandı; sonraki beş yıllık süreçte bu rakam 6,60$’a yükseldi, bir sonraki beş yılda 8,10$’a ve bir sonrakinde ise 16,40$’a erişti. İlerideki beş yıllık süreçlerde bu oranın artacağı da açıkça görülmektedir.Askeri harcamalardaki artış, nüfus üzerinde kişi başına düşen vergi şeklinde açıklanarak da gösterilebilir. Burada verilen karşılaştırmadaki ilk beş yıldan son beş yıla kadar olan süreç içerisinde şöyle bir artış gözlenmiştir: İngiltere’de 18.47$’dan 52.50$’a; Fransa’da 19.66$’dan 23.62$’a; Almanya’da 10.17$’dan 15.51$’a; ABD’de 5.62$’dan 13.64$’e; Rusya’da 6.14$’dan 8.37$’a; İtalya’da 9.59$’dan 11.24$’a ve Japonya’da 86 cent’ten 3.11$’a.Kişi başına düşen bu vergi tahmini ile militarizmin ekonomik yükünün kabul edilebilirliği arasında bir bağlantı vardır. Elimizdeki verilere dayanarak elde ettiğimiz yadsınamaz sonuç, ordu ve donanmalar için giderek artan harcamaların istatistiklerde adı geçen ülkelerdeki nüfus artışına baskın çıktığıdır. Diğer bir değişle, militarizmden giderek artan beklentilerin devamlılığı, bu ülkelerin hepsini hem insanlar hem de kaynaklar açısından tüketme tehdidini oluşturmaktadır.Vatanseverlik için gerekli olan bu korkunç kayıp, ortalama bir zekâya sahip olan bir kişiyi bile bu hastalıktan kurtarmaya yeterli olmalıdır. Gene de vatanseverlik daha fazlasını beklemektedir. İnsanlar vatansever olmaya zorlanmaktadır ve bu lüks için de öderler; yalnızca “savunucuları”nı destekleyerek değil, aynı zamanda kendi çocuklarını da kurban ederek. Vatanseverlik bayrağa bağımlılığı gerektirir; ki bu da anneyi, babayı ve kardeşi öldürmeye bile hazır olacak bir itaat anlamına gelmektedir.Genel kavga, ülkemizi yabancı tehditlerden koruyacak bir orduya gereksinimimiz olduğudur. Ne var ki her entelektüel kadın ve adam bilir ki, aptalları baskı altında tutmak ve korkutmak için var olan bir mittir bu. Bir diğerinin ilgi alanlarını bilen dünya devletleri, birbirlerine saldırmazlar. Uluslararası karmaşaları, savaşlardansa antlaşmalar yoluyla çözmekle kazançlarının daha fazla olacağını öğrenmişlerdir. Gerçekten de Carlyle’ın söylediği gibi, “Savaş, kendi savaşlarını vermeyecek kadar korkak olan iki hırsızın kavgasıdır; bu yüzden de bir köyden ve bir diğerinden oğlanları alıp onlara üniformalar giydirir, onları silahlandırır ve karşılıklı olarak vahşi canavarlar gibi kaybetmelerine izin verirler.”Her savaşı aynı nedene dayandırmak da fazla bir bilgelik gerektirmez. ABD tarihinde güya olağanüstü ve vatansever bir olay olan İspanya-Amerika savaşını ele alalım. Kalplerimiz gaddar İspanyollar’a karşı nasıl da öfkeyle doluydu! Doğru, bu öfkemiz aniden alevlenmemişti ama. Aylarca devam eden gazete ajitasyonuyla beslenmişti ve bu Butcher Weyler’in birçok Kübalı’yı öldürmesi ve kadınlarına tecavüz etmesinden çok da sonra olmamıştı. Gene de Amerikan Toplumu’nun adaletine dayanarak hiddetlenerek büyümüş, kavga etmeye hazır ve cesurca savaşmaya istekli bir hale gelmişti. Ama sis kalktığında, ölüler gömüldüğünde ve savaşın bedeli insanlara mal ve kiralarda artış olarak geri döndüğünde, vatansever bütünlüğümüzün sarhoşluğundan ayıldığımızda Amerika-İspanya savaşının bedelinin şeker fiyatlarının artması anlamına geldiğini aniden anlayıverdik; daha açık söylemek gerekirse Amerikalılar’ın hayatları, kanı ve parası İspanya hükümeti tarafından tehdit altında bulunan Amerikan kapitalistlerinin ilgilerini korumak amacıyla kullanılmıştı. Bu bir abartma değildir, tam tersine Amerikan hükümetinin Küba işçilerine karşı gösterdikleri tutumla kanıtlanmış gerçeklikler ve figürlere dayanmaktadır. Küba Amerika’nın kıskacı altındayken, Küba’yı özgürleştirmek için yollanan askerlere savaştan kısa bir süre sonra patlak veren puro fabrikalarında çalışan ve grevde olan Kübalı işçileri vurma emri verilmişti.Bu tür sebeplerle mücadeleyi sürdüren bir tek bizler değiliz. Kan ve gözyaşının akmasına neden olan korkunç Rus-Japon savaşının da önündeki perde kalkmaktadır. Ve bir kez daha görüyoruz ki bu savaşın arkasında da ateşleyici Ticari Gelenek tanrısı var. Rusya-Japonya savaşı sırasında Savaş Bakanı olan Kuropatkin, ticari geleneğin ardındaki gerçek sırrı açığa çıkartmıştır. Kore imtiyazları üzerine para yatırmış olan Çar ve Gran Düka’lar, yalnızca hızlı bir şekilde servet yapabilmek sebebiyle savaşı başlatmıştı.Barışın en güvenli yolunun güçlü bir ordu ve donanmaya sahip olmak olduğu yolundaki çekişme, en barış yanlısı vatandaşın en ağır silahlarla donanmış vatandaş olduğu iddiası kadar mantıksızdır. Günlük hayattan edindiğimiz deneyimler kanıtlamaktadır ki, silahlı bireyler gücünün denemek konusunda oldukça isteklidir. Bu durum tarihsel olarak, hükümetler için de geçerlidir. Gerçekten de barıştan yana olan ülkeler enerji ve hayatlarını savaş hazırlıklarıyla harcamazlar. Sonuç olarak da barış korunur.Ne var ki, daha güçlü bir ordu ve donanma oluşturulması yönündeki isteklerin hiçbiri dış tehditlerden kaynaklanmamaktadır. Bu, toplumlarda giderek artan hoşnutsuzluk korkusundan ve işçiler arasındaki uluslararası ruhtan kaynaklanmaktadır. Bu birçok ülkenin Güçlerinin kendini hazırlamakta olduğu düşmanla karşılaşacaktır; bir zamanlar bilinçliliğe uyanan ve diğer tüm dış tehditlerden daha da tehlikeli olacak bir düşman.Yüzyıllardır toplumları köleleştiren güçler, onların psikolojileri üzerine de kapsamlı çalışmalar yapmışlardır. Genellikle insanların umutsuzlukları, kederleri ve gözyaşlarının, tıpkı çocuklar gibi küçük bir oyuncakla zevke dönüştürülebileceğini bilirler. Ve o oyuncak ne kadar ihtişamlı bir şekilde giydirilirse, renkleri ne kadar canlı olursa çocuk için de o kadar çekici olacaktır.Bir ordu ve bir donanma insanların oyuncaklarını temsil eder. Onları daha çarpıcı ve çekici kılmak için, bu oyuncakların sergilenmeleri için yüzlerce ve milyonlarca dolar harcanmaktadır. Birleşik Devletler hükümetinin bir donanma filosunu donatıp Pasifik sahiline, her Amerikalı’nın ABD’nin gurur ve zaferlerini hissetmesi için göndermesindeki amaç da buydu. San Francisco şehri, filonun eğlendirilmesi için yüz bin dolar harcamıştı; Los Angeles altı bin; Seattle ve Tacoma ise yaklaşık yüz bin dolar. Filoyu eğlendirmek için mi dedim? “Cesur oğlanlar” yeterli yemeği bulabilmek için isyan etmek zorundayken, birkaç üst rütbeli subaya içki içirip, yemek yedirmek için. Ülkenin dört bir yanındaki kadın, erkek ve çocukların sokaklarda açlık çektiği; yüzlerce işsiz insanın emeklerini her fiyattan satmaya hazır bir durumda bekledikleri bir zamanda havai fişekler, tiyatro partileri ve toplantılar için tam iki yüz altmış bin dolar harcanmıştı.İki yüz altmış bin dolar! Böylesine yüklü bir toplamla neler yapılmazdı ki? Ama ekmek yemek yerine, o şehirlerin çocukları filoyu görmeye götürülmüş ve bir gazetenin de yazdığı gibi olay akıllarda şöyle kalmıştı, “bir çocuk için unutulmaz bir anı.”Gerçekten de hatırlanmak için muhteşem bir şey, değil mi? Uygarlaşmış katliamın infazcıları. Eğer bir çocuğun hafızası bu tür anılarla zehirlenebilirse, insan kardeşliğinin gerçekten anlaşılması umudu ne için var öyleyse?Biz Amerikalı’lar kendimizi barış sever insanlar olarak tanımlarız. Kan dökülmesinden ve şiddetten nefret ederiz. Gene de uçan makinelerden savunmasız köylülerin üzerlerine dinamit bombaları atabilme olasılığı da bizde haz spazmları yaratır. Ekonomik gereklilikten dolayı, bazı endüstri patronlarını durdurmak için kendi hayatını riske atan herhangi bir kişiyi asmaya, elektrikli sandalyeye oturtmaya ya da linç etmeye hazırızdır. Kalplerimiz Amerika’nın dünyanın en güçlü ülkesi olması ve eninde sonunda diğer bütün ülkeler üzerine kendi demir ayaklarını çakacağı düşüncesinin heyecanıyla çarpar.İşte vatanseverliğin mantığı budur.Vatanseverliğin ortalama insanlar için doğurduğu korkunç sonuçları göz önüne aldığımızda bile, bunlar vatanseverliğin askerler üzerindeki etkisiyle karşılaştırılamaz; boş bir inançla kandırılmış o zavallı kurban. O ki ülkesinin kurtarıcısı, ulusunun koruyucusu: Onun için vatanseverlik neyi ifade ediyor? Barış zamanında köle gibi itaatkâr bir hayat, kusurlar ve sapıklık; savaşta ise tehlike ve ölüm.San Francisco’ya kısa bir zaman önce yaptığım eğitim seyahatinde, Körfez ve Golden Gate Parkı’nın en güzel manzarasına sahip olan Presidio’yu ziyaret ettim. Amacı çocuklar için oyun alanları, yorgun şehirliler için bahçeler ve müzik olmalıydı. Aksine çirkin, kasvetli ve barakalarla gri bir şekilde yapılmıştı. Barakalar; zenginlerin köpeklerini bile gezdirmeyecekleri yerler. Döküntü kulübelerde askerler güdülmekte olan bir sürü gibiydiler. Burada gençlik günlerini harcıyorlar, üstlerinin botlarını ve pirinç düğmelerini parlatıyorlardı. Burada da, sınıflar arasındaki farklılaşmayı gördüm: Özgür bir cumhuriyetin mahkumlar gibi sıraya dizilmiş, önlerinden geçen her üstlerine selam veren kuvvetli oğulları. İnsanlığı küçülten ve üniformayı yücelten Amerikan eşitliği!Baraka hayatı, cinsel sapıklık gibi farklı eğilimleri de beraberinde getirmektedir. Giderek Avrupa askeri koşullarında ortaya çıkan sonuçları doğurmaktadır. Cinsel psikoloji alanında adı duyulmuş olan yazar Havelock Ellis, bu konu üzerinde kapsamlı bir çalışma yapmıştır. Kitabından bir alıntı yapıyorum: “Barakalardan bazıları erkek fahişeliğinin en büyük merkezleridir… Kendilerini satan askerlerin sayısı, bizim inanmak istediğimizin çok daha üstündedir. Bazı alaylarda bu cüretin erkeklerin büyük bir çoğunluğu için rüşvet alma oranından daha yüksek olduğunu söylemek bir abartma olmaz… Yaz akşamlarında Hyde Park ve Albert Gate civarı canlı bir ticaret yapan askerler ve diğer erkeklerle dolar; çok az utanç içindedirler, üniformalarıyla ya da sivil… Çoğu vakada uygulanan prosedürler Tommy Atkins’in cep parasına rahat bir eklemede bulunur.”Ordu ve donanmaya bu sapkınlığın nasıl ve neden girmiş olduğu, en iyi biçimde fahişeliğin bu türü için özel evlerin var olması gerçeğiyle yargılanabilir. Bu davranış İngiltere’ye özgü değildir, evrenseldir. “Askerler Fransa’da İngiltere ya da Almanya’dakinden daha az aranmıyor ve Paris ve garnizon şehirlerinde de askeri fahişelik için özel evler mevcut.”Acaba Havelock Ellis cinsel sapıklıkla ilgili araştırmasına Amerika’yı da katış mıdır? Eğer bunu yapmış olsaydı, aynı koşulların diğer ülkelerde olduğu kadar bizim ordumuz ve donanmamızda da mevcut olduğunu görürdü. Güçlü bir ordunun gelişmesi kaçınılmaz olarak cinsel sapıklığı arttırmaktadır; barakalar kuluçka makineleridir.Cinsel etkilerinin yanı sıra, baraka yaşantısı askerin orduyu terk etmesinden sonra faydalı bir emekçi olması olasılığını da ortadan kaldırmaktadır. Herhangi bir konuda eğitim görmüş olan erkeklerin çok azı ordu ya da donanmaya katılır, ama onlar bile bir askeri deneyimden sonra önceki işlerinde kendilerini eskisi kadar rahat hissedemezler. İşsizlik alışkanlığını, heyecan ve macerayı tatmış olarak hiçbir barışçıl koşula ayak uyduramazlar. Ordudan ayrıldıklarında hiçbir yararlı işe geri dönemezler. Ama bu genellikle ayaktakımı, hapishaneden çıkanlar ve ne hayat ne de kendi kişisel eğilimleri için mücadele etmeyen insanlarda görülür. Bu insanlar da askeri hayatlarından sonra, suç yaşamlarına geri dönerler; daha da vahşileşmiş ve alçalmış olarak. Hapishanelerimizde yatanların kayda değer bir çoğunluğunu eski askerlerin oluşturduğu herkesçe bilinen bir gerçekliktir. Diğer yandan ordu ve donanmada da oldukça yüksek sayıda eski suçlu bulunmaktadır.Yukarıda sıralamış olduğum bütün korkunç sonuçlar içerisinden hiçbirisi bana Private William Buwalda olayında oluşan vatanseverlik ruhu kadar insanlık dışı gelmiyor. Çünkü o, bir kişinin asker olup aynı zamanda da insanlık haklarını savunabileceğine inanıyordu. Askeri otoriteler onu cezalandırdılar. Doğru, on beş yıl boyunca ülkesine hizmet etmişti, ama kayıtları mahkeme tarafından itham edilmemişti. Buwalda’nın mahkumiyetini üç yıla indiren Gen Funston’a göre, “bir görevlinin ya da gönüllü olarak askere kaydedilmiş bir adamın öncelikli görevi hükümetine karşı sorgusuz itaat ve bağlılıktır. Onun bu hükümeti onaylayıp onaylamaması hiçbir şey değiştirmez.” Aslında, Funston vatana bağımlılığın gerçek doğasına işaret etmektedir. Ona göre, orduya girmek Bağımsızlık Deklarasyonu’nun ilkelerini ilga etmek demektir.Düşünmeyi, sadık bir makine haline gelmeye dönüştüren ilginç bir vatanseverlik anlayışı!Vatanseverliğe karşı, bir adamı, bir suçluyu on beş yıllık sadık hizmetlerinden sonra hapse atan bir anlayıştan daha büyük bir suçlama olabilir mi?Buwalda ülkesine hayatının en iyi yıllarını vermişti ve erkekliğini. Ama tüm bunların hiçbir anlamı yoktu. Vatanseverlik merhametsizdir ve diğer bütün doymak bilmez canavarlar gibi ya her şeyi ister ya da hiçbir şeyi. Bir askerin, aynı zamanda bir insan olduğunu, kendi duyguları, düşünceleri ve eğilimleri olabileceğini kabul etmez. Buwalda’ya öğretilen ders de bu idi; çok pahalı ama hiçbir işine yaramayacak bir ders verilmişti ona. Özgürlüğüne kavuştuğunda ordudaki pozisyonunu kaybetmişti ama özgüvenini geri kazanmıştı. Her şeyden önce, bu üç yıllık mahkumiyete değer.Amerika’daki askeri koşullar üzerine yazan bir yazar, yakın zamanlarda yazdığı bir makalesinde Almanya’da askerlerin siviller üzerindeki baskısına değinmişti. Diğer yazdıklarının yanı sıra, şöyle diyordu: Eğer bizim ordumuzun var olma sebebi, sivillere eşit haklar sağlanmasının dışında bir amaca hizmet etseydi, varlığını sürdürmek için bunun karşılığını alırdı. Eminim ki bu yazar, General Bell’in vatansever rejimi sırasında Colorado’da değildi. Eğer vatanseverlik adı altında erkeklerin nasıl hapishanelere tıkıldığını, sınır dışı edildiklerini ve diğer her türlü vahşetle karşı karşıya bırakıldıklarını görmüş olsaydı, muhtemelen fikrini değiştirirdi. ABD’de askeri gücün artmasına verilebilecek tek örnek Colorado olayı değildir. Birlikler ve askerlerin iktidardakilerin yardımına koşmadığı ve burada küstahça ve vahşice aynı Kaiser’in üniformasını giyen adamlar gibi davranmadıkları pek görülmemiştir. O zaman da Dick askeri kanunlarına sahibiz. Acaba yazar bunu unutmuş muydu?Bizim yazarlarımızın en büyük hatalarından birisi, kendi ülkelerinde yaşanan güncel olaylar hakkında oldukça cahil olmalıdır; ya da dürüstlükten uzak bir tutumla bu konular hakkında konuşmak istemezler. Ve böylece, Dick askeri yasamızın Kongre tarafından çok az tartışılarak ve kamudan gizli bir şekilde yürürlüğe sokulmuş olması konusunun üstü kapatılmıştır: Başkan’a, barış yanlısı bir vatandaşı kana susanış bir katile dönüştürme yetkisini veren yasa. Bunun ülkenin savunulmasına yönelik bir amacı olduğu söyleniyor; gerçekte ise sözcülüğünü Başkan’ın yaptığı o belirli partinin çıkarlarını korumak.Yazarımız vatanseverliğin Amerika’da asla yurtdışında olduğu kadar güç sahibi olamayacağını iddia etmekte; çünkü bu bizlerde içten gelen bir duygu ama Eski Dünya’da mecburi bir şey. Ne var ki bu beyefendinin belirtmeyi unuttuğu iki çok önemli nokta var. Öncelikle, Avrupa’da mecburi askerlik toplumun her sınıfında orduya karşı derin nefret duyguları yaratmıştır. Binlerce genç baskı altında orduya alınmaktadır ve asker olduklarında da buradan kaçmak için her türlü yolu denemektedirler. İkincisi, inanılmaz bir anti-militarist akımı yaratan şey militarizmin mecburi yanıdır, Avrupalı Güçler her şeyden çok bundan korkarlar. Her şeyden önce kapitalizmin en büyük savunucusu militarizmdir. İkincisi zayıfladığı anda, kapitalizm de sendeleyecektir. Doğru, bizim ülkemizde erkekler genellikle orduya katılmaya zorlanmazlar ama bizler daha şiddetli ve zorlayıcı bir güç yarattık: Gereklilik. Endüstriyel bunalımlar sırasında orduya gönüllü katılımlarda inanılmaz bir artış olduğu bir gerçeklik değil midir? Militarizm gurur verici ya da kazançlı olmayabilir ama bir iş arayarak ülkeyi gezmekten, ekmek kuyruklarında beklemekten ya da belediyenin sığınma evlerinde uyumaktan daha iyidir. Her şeyden önce ayda on üç dolar, günde üç öğün yemek ve uyuyacak bir yer demektir. Gene de eğer gereklilik orduya katılmak için yeterli güçte bir neden olarak kabul edilmiyorsa, o noktada da devreye insanın karakteri giriyor. Askeri otoritelerimizin ordu ve donanmaya yapılan gönüllü katılımlardan “zayıf materyal” diye yakınmalarına şaşmamak gerek. Bu, gerçekten de cesaret verici bir işarettir. Bu, ortalama Amerikalı’nın hâlâ açlık riskini almaktansa, üniformaya bürünerek bağımsızlık ve özgürlük aşkı ruhunu taşıyabileceğinin kanıtıdır.Dünyada düşünene adamlar ve kadınlar, vatanseverliğin çok dar ve zamanımızın ihtiyaçlarını karşılamak için çok sınırlı olduğunu anlamaya başlamışlardır. Gücün merkezileşmesi dünyada baskı altında olan ülkelerde ulusal bir dayanışma duygusu yaratmıştır; Amerika’daki emekçiler ile yurt dışındaki kardeşleri arasındaki dayanışmadan daha üstün bir uyum gösteren bir dayanışma; yabancı tehditlerden korkmayan bir dayanışma, çünkü bu bütün işçileri patronlarına “Gidin ve cinayetlerinizi kendiniz işleyin. Biz bunu sizin yerinize yeterince uzun bir süredir yapıyoruz.” diyecekleri bir noktaya getirmektedir.Dayanışma askerlerin bile bilincini uyandırmaktadır; onlar da büyük insan ailesinin birer parçası haline gelmektedir. geçmiş çatışmalarda şaşmazlığını birden çok kanıtlamış olan bir dayanışma ve 1871 Komünü’nde Parisli askerlerin ayaklandıran ve kardeşlerini öldürmeleri istendiğinde bunu yapmayı reddettiren güç. Yakın geçmişte Rus ordularına karşı ayaklanan adamlara cesaret veren de aynı şeydi. Eninde sonunda bu dayanışma, tüm baskı ve şiddet altında tutulanları uluslararası sömürücülere karşı bir araya getirecektir.Avrupa proleteryası bu büyük dayanışmanın gücünü fark etmiştir ve bunun bir sonucu olarak da vatanseverliğe ve onun kanlı yüzü olan militarizme karşı bir savaş başlatmıştır. Alman, Fransız, Rus ve İskandinav ülkelerin hapishaneleri, bu eski boş inanın bir parçası olmayı reddeden binlerce kişiyle doludur. Bu akım işçi sınıfıyla da sınırlı değildir; hayatın her aşamasından kişileri, sanatçıları, bilim adamlarını ve yazarlarını da kucaklamıştır.Amerika’da bu akıma ayak uydurmak zorunda kalacaktır. Militarizm ruhu hayatın her kanalına sızmış durumdadır. Gerçekten de ben Amerika’da militarizmin dünyanın diğer yerlerinden daha büyük bir tehlike oluşturduğuna inanıyorum; çünkü kapitalizm yok etmek arzusu içinde olanlara rüşvet ödemekte.Bunun başlangıcı okullarda çoktan yapıldı. Gözle görülür bir şekilde, hükümet de İncil’in yolunu seçiyor: “Bana çocuk aklını verin, onu bir erkek yapayım.” Çocuklar askeri taktiklerle, müfredat programında yüceltilen askeri başarılarla eğitiliyorlar ve genç beyinler de hükümete uyum sağlamaları için saptırılıyorlar. Dahası, ülkenin gençleri ordu ve donanmaya katılmak için parlak posterlerle kandırılıyorlar. “Dünyayı görmek için iyi bir fırsat!” diye bağırıyor hükümet duvarlardan. masum çocuklar zorla vatansever yapılıyor ve askerlerin adımları Ulus’a doğru ilerliyor.Amerikan işçileri askerler, Federaller ve Eyaletler’in ellerinde o kadar çok acı çekti ki, üniformalı parazitlere karşı yeterli bir nefret ve isyanları var. Ne var ki tehditler bu büyük problemi tek başına çözemez. İhtiyacımız olan şey, askerlerin eğitimine karşı bir propagandadır; akımının gerçekliklerine onu uyandıracak ve varlığını onların emeklerine borçlu olduğu adamlara karşı gerçek görüşünün bilinçliliğini uyandıracak anti-vatansever bir literatür. Otoritelerin en çok korktuğu şey, tam da budur işte. Bir asker için radikal bir toplantıya katılmak zaten büyük bir hainliktir. Bir asker için radikal bir bildiriyi okumayı da büyük bir hainlik olarak adlandıracaklarına hiç şüphe yok. Ama otoriteler, hatırlanamayacak kadar eski zamanlarda ilerlemenin her adımını hainlik olarak adlandırmıyor muydu? Ne var ki sosyal bir yeniden yapılanma için çabalayanlar bütün bunlarla karşı karşıya gelecek güce sahiptirler. Bu gerçeklikleri fabrikalar yerine, barakalara taşımak daha da önemlidir. Vatansever yalanı dünyamızdan silmek için, bütün ulusların evrensel kardeşlikte birleşerek şu kelimeler etrafında toplandığı o muhteşem yapıya giden yolu temizlememiz gereklidir: ÖZGÜR BİR TOPLUM.Emma Goldman, 1911AB’ın Notu: Bu yazı artık faaliyette olmayan“Kara Kedi” adlı web sitesinden alınmıştır.Çeviri: Kara KediKaynak: “Patriotism, a Menace to Liberty” (1911).http://anarsistbakis.wordpress.com/
--------------------------------------------------------------------------------------
*
*

Faşizmin Manipülasyonları
Faşist Örgütlenmelerin Son YIllarda Türkiye'deki Etkinlikleri Üzerine Bir Makale... (İstanbul İndymedia'dan Alıntıdır) ETKO, TİT VB. FAŞİST PARAVAN ÖRGÜTLER NEDİR?ETKO, TİT VB. FAŞİST PARAVAN ÖRGÜTLER NEDİR?Bilindiği üzere sivil faşist çeteler işçi,emekçi ve devrimci hareket yönelik eylemlerini değişik adlar altında üstlendi. Bunda amaç sivil faşist hareketin kaynağı olan MHP-Ülkü ocakları vb. gibi çete örgütlerini gizelmeye yönelikti. Faşist çeteler yaptıkları halka yönelik karşı-devrimci eylemlerini TİT, TUŞKO, ETKO vb. Adı altında değişik isimlerle üstlendiler. Hatırlanacağı gibi Türk İntikam Tugayı(TİT); adını '70’li yıllarda işkence, tecavüz ve katliamlarla duyuran, ancak varlığı hep tartışmalı olan bir paramiliter ülkücü-faşist örgütlenmedir. ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) ve MHP ile bağlantılı olduğu biliniyor. 12 Eylül döneminde, askeri savcı ve yardımcılarının MHP Genel Merkezinde yaptığı aramada ETKO, TİT ve benzeri örgütlenmelerin varlığını gösteren bir flema ele geçiriliyor. Iddianamede şöyle yazıyor; "MHP Genel Merkez binalarında bulunan bir teşkilat fleması, teşkilat kapsamı içinde değerlendirilen parti ve ülkücü derneklerle, yasa dışı kuruluşların bağlılıklarını açıkça göstermektedir. Ancak bu teşkilat flemasının, ÜGD’nin kapanarak yerine ÜYD’nin kurulmasından önce düzenlendiği anlaşılmaktadır. Doğruca MHP Genel Merkezine bağlı olarak faaliyet ve çabaları bilinen ÖİT (Özel İstihbarat Teşkilatı) ÜGD’ ye bağlı illegal kuruluşlar arasında ise, ETKO’nun (Esir Türkleri Kurtarma Ordusu)yer aldığı gözlenmekte dir. Bu şemada, Türk İntikam Tugayı ise MHP gençlik kolları başkanlığı bünyesinde gösterilmektedir." Balgat Katliamı sanığı Mustafa Pehlivanoğlu, 12 Eylül’de idam edilen ilk ülkücüdür. İsa Armağan’la birlikte kaçıyor, ama yakalanıyor. İdamdan kurtulmak için konuşuyor. İsa Armağan ise yakalanamıyor. Çatlı türünden kontra bağlantılı bir militan. Pehlivanoğlu itiraflarında, bir soru üzerine ETKO’dan haberli olduğunu söylüyor. TİT’i bilmiyor.Ancak şöyle devam ediyor; "Cezaevinde arkadaşlarımın anlattığına göre sıkıyönetim devresinde çok sayıda sağ örgüt militanları yakalandığından sorguları sırasında genel merkezi ele vermemek için genel merkezin paravan isim olarak kullandığı ETKO; TİT ve TÜŞKO (Türkiye Ülkücü Şeriatçı Komando Ordusu) gibi örgütler ortaya çıkmıştır. Şöyle ki, yakalanan ülkücü genel merkezden bahsetmeyecek.Yukarda saydığım paravan örgütlerden bahsedecekti. Esasında yukarıda saydığım örgütler tamamen genel merkezin kendini saklamak gayesiyle ortaya koyduğu örgütlerdir."Bütün cinayetlerin ÜGD ve MHP’yi işaret etmesi üzerine bu yola başvurulduğu anlaşılıyor. Alaaddin Çakıcı ile aynı grupta çalışan ve sonra 90’lı yıllarda çıkar çatışması yüzünden Çakıcı'nın adamlarınca infaz edilen ülkücü Mafyacılardan Nurullah Tevfik Ağansoy, en hızlı MHP itirafçısıdır. Solcuları yakalıyor, işkence ediyor, isimler alıyor ve bu kez onları da bulup öldürüyorlar.Tüm bunları anlatıyor. İstanbul’un çeşitli semtlerinde faaliyet gösteriyorlar."İstanbul’un çeflitli yerlerinde ŞİT(Şeriatçı İntikam Tugayı), diğer adıyla Türk İntikam Tugayı, TİBKO (Türk İslam Birliği Komandoları) imzalı bildirilerle televizyon ambalaj kutuları içinde, çuvallarda, ya da battaniye ve bezlere sarılı ip, kablo ya da tellerle boğulmuş vaziyette bulunmuş.cesetler, bu kanlı çatışmaların sonuçlarıdır" diyor Ağansoy. En vahşi eylemlerde TİT, ETKO ve benzeri imzalar var.Ancak Ağansoy’da tıpkı Pehivanoğlu gibi, "ŞİT; TİT; ETKO; TİBKO vesaire isimlerle yap›lan yazılamalar ve öldürme eylemlerinde b›rak›lan bildiri ve imzalar kesinlikle bir tak›m kifliler taraf›ndan çıkarılmış, komünistleri psikolojik etki altına almak ve ÜGD,MHP’yi bu tür eylemlerden uzak tutarak şüpheleri isimler üzerine çekmek için ortaya atılmış naylon örgütlerdir. Türkçü İntikamTugay› (TİT) İstanbul’da Taksim-Sarıyer belediye otobüsünü kaç›rarak öğrencileri öldüren Cengiz Ayhan isimli kişinin şahsında kendisini duyurmufltur. Örgütün merkez komitesi ve organik yapısı oluşmamıştır. Kesinlikle paravan isimdir" diyor.TİT ve ETKO imzasının olduğu yerde Abdullah Çatlı adı mutlaka geçiyor. Pehlivaoğlu ek itiraflarında, Abdullah Çatlı’nın kendisine TÜŞKO’nun Türkiye düzeyinde kurulu olduğunu ve sorumlusunun İsa Armağan olduğunu söylediğini anlatıyor. Ağansoy itiraflarında, karakol duvarlar›na ve karakol yakınlarına, "Faşist polisten hesap sorulacak - DHKP-C, Faşist Öğretmenler sonunuz geldi- İGD” benzeri yazılamalar yapıldığını, askerin solcuların üzerine gitmesini sağlayacak eylemler düşündüklerini söylüyor. Maraş’ın Alevi nüfusuna karşı başlatılan katliamda böyle bir yöntem uygulanıyor. Camiyi bombalıyorlar. Solcuların üstüne atıyorlar. Maraş katliamında imzası olan örgüt; ETKO, Esir Türkleri Kurtarma Ordusu'dur. Sonra sıkıyönetim geliyor. Ağansoy’un itiraflarında bu paravan ya da naylon kabul edilen örgüt mensuplarının vahşi eylemlerinden örnekler var. Gülşen Kavak adında bir kadın öldürülüyor. İşkence ediliyor ve rahmine kazık çakılıyor. Ağansoy olayı, Günaydın gazetesinden okuyor. O zaman Adapazarı Cezaevi'nde hapistedir. Haberde kadının ellerinin ve ayaklarının arkadan bağlanarak boğulduğu da yazılanlar arasında.Nurullah Ağansoy şöyle diyor; Uzun zamandır meydana gelen ideolojik olaylarda iple boğma- komando düğümü atma-elleri ayakları arkadan bağlayarak kişinin kendi kendisini boğmasını sağlamak ve cesedi de bir çuval, tv kutusu, bez veya valiz ve benzeri şeylere koyarak bir yere atmak, Şişli bölgesinin karakteristik eylem özelliklerini taşımakta idi." Ağansoy kendi eylem biçimlerini tanıyor. Ve cinayeti onlardan biri ya da birilerinin işlediği sonucuna vararak arkadaşlarına bildiriyor. Ve bu işi kim yapmışsa ölümle cezalandırılması kararını alıyorlar. Vahşeti MHP binasında gerçekleştiren Mehmet Öz adında bir ülkücüdür. Birlikte olduğu kadın kendinden ayrılmak isteyince onunla tartışıyor tecavüz ediyor ve öldürüyor. Cinayeti işledikten sonra cesedi atmak için 3 kişiyi yardıma çağırıyor. Zavallı kadını binadan çıkarıp Arnavutköy’de bir sokağa bırakıyorlar. Daha sonra vahşetini kabul eden Mehmet Öz hakkındaki infaz kararını kaldırıyorlar. TİT adı o dönem işte böyle canileri gizliyor. şimdilerde; “TİT’in bundan 30 yıl önce Devlet Bakanı Murat Başeskioğlu’ndan TBMM Başkan Vekili Sadık Yakut’a, MHP’li Mehmet Gül’den Danıştay ve Yargıtay üyelerine kadar pek çok tanınmış ismin öğrenci iken kaldığı Edirnekapı Erkek Öğrenci Yurdu’nda kurulduğu" söyleniyor. Bunu, MHP’li Mehmet Gül de doğruluyor. Gül, “Evet, ilk kez TİT Edirnekapı yurdunda isim olarak ortaya çıkmıştı. ETKO ve TİT, bizim için gırgır konusuydu. Solculara karşı ortaya çıkan hayali bir örgüttü" diyor. Ancak, gerçekleştirilen eylemler gırgır değil. Öte yandan Oral Çelik’in Türk İntikam Tugayı, yani TİT'i ilk olarak kendilerinin kullandıklarını açıkladığı biliniyor. Dört yıl önce kendisiyle yapılan bir söyleşide; Türkiye'de devletle bağdaştırılan her olayın ardından TİT'in gündeme getirildiğini söyleyen Çelik, TİT'i ilk kez biz kullandık. Mihri Belli'nin vurulmasından sonra TİT adına, Cağaloğlu'ndaki posta kutusuna mektuplar bırakıldı. O mektupları Yalçın Özbey götürdü. Unutmadan, bir de ETKO'muz vardı. Esir Türkler Kurtuluş Ordusu" diyor MHP örgütlenmesinin kadrolarının işledikleri cinayetleri bu adlarla üstlenip, partiyi korumaya çalıştıklarını söylemek mümkün. Sonuçta ise cinayetler ve failler aynı. Pol-Der üyesi anti-faşist Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un 28 Eylül 1978'de makam arabasının içinde katledilmesi, 16 Mayıs 1979 Ankara’da Etlik Piyangotepe semtinde bir kahvehanenin silahla taranmas› sonucu 7 kişinin öldürülmesi, katliama giderken gasp edilen taksi şoförünün tecavüz edilerek öldürülmesi, 11 Eylül 1979’da Adana’da Çukurova Üniversitesi Tip Fakültesi Dekan vekili Prof. Dr. Fikret Ünsal’ın, 22 temmuz 1980’de İstanbul’da DİSK Başkanı Kemal Türkler’in katledilmesi ve benzeri eylemlerinde hep TİT imzas› var. Maraş katliamını başlatan bombanın sahibi Çatlı'ydı. (Ali Yurtaslan, İtiraflar) Katliamı organize eden, bizzat katılanlardan bazıları ise Haluk Kırcı, Ercüment Gedikli, Ünal Osmanağaoğlu, Ökkeş Kenger'di. Ve katliamda ETKO imzası vardı. TİT ve ETKO benzeri örgütlerin adı Susurluk mafya-kontra kazası ile gündeme gelen Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı Yalç›n Özbey, Oral Çelik ve benzeri kişilerle daima yan yanadır. Çatlı’nın bir Gladyo mensubu olduğu artık iyice ortaya çıkmıştır. Devrimci mücadelenin yükseldiği o dönemde halkı terörize ederek yıldırmak için kan dökmek egemenlerin ABD emperyalistlerinin çıkarlarıyla da örtüşen programına denk düşüyor. Önce sıkıyönetim ardından darbe geliyor. TİT adı, 1980 sonras›nda hemen hiç duyulmuyor. Ancak 1986 yılında Avrupa Parlamentosu’nda Ermeni raporunu hazırlayan Belçikalı Parlamenter Jack Vademeulbroucke ile Türkiye’de insan hakları konulu rapor hazırlayan Richard Balfe TİT imzalı mektupla tehdit ediliyor. Susurluk Kazası sonras› devlet-kontra-ülkücü mafya bağlantısı tümüyle ortaya dökülüyor. Yurt dışındaki ASALA karşıtı eylemlerin hapishanelerden çıkarılan Çatlı ve benzeri ülkücü faşistlere havale edildiği biliniyor. TİT’in bu dönemde yeniden canlandırıldığı söyleniyor.TİT imzası, ‘90’lı yıllarda yeniden kullanılmaya başlanıyor. Bazı kaynakların "1990’ların baş›nda terör örgütlerinin istihbarat çalışmalarının en üst düzeye çıkmasıyla adı Susurluk rapöratörü olarak anılan Başbakanlık hukuk müşaviri Akman Akyürek tarafından tekrar hayata geçirildi" iddiası var.Akyürek 1997’de şüpheli bir kaza sonucu ölüyor. TİT’in Dursun Karataş’a suikast girişiminden PKK finansörü olarak bilinen Kürt iş adamlarının tespit edilmesinden istihbarat toplamaya dek eylemleri olduğu kabul ediliyor.Ancak hâlâ AB ülkelerinde güvenlik ve bilgi akışlı sağladığı bombalamalarla ilgisi olmadığı söyleniyor. Bazı Türkçü-ülkücü internet sitelerinde TİT’ten resmi bir kurum olarak söz ediliyor. Ve Türk gençleri TİT’e katılmaya çağrılıyor. 1993 yılında emekli JİTEM kurucusu Binbaşı Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesinden sonra Sabah Gazetesi'ni arayan bir kifli. Eşref Bitlis'in katili olduğu gerekçesi ile TİT'in Ersever’i cezalandırdığını açıklıyor. Bundansonra TİT’ciler Kıbrıs’a taşınıyor. Kıbrıslı gazeteci yazar Kutlu Adalı’nın 6 Temmuz 1996’da öldürülmesini TİT üstleniyor. Sovyet sisteminin çökmesinden sonra NATO’nun genel olarak Gladyo diye bilinen ve Türkiye’de kontrgerilla olarak adlandıran komünizme karşı kurulmuşl silahl› gizli yapıları tüm Avrupa’da tasfiye ediliyor. Ve soruşturmaya uğruyor. Ancak Türkiye’deki yapı olduğu gibi kalıyor. NATO’nun Gizli Orduları yazarı Danielle Ganser, Türk Gladyosu’nun bu yan›na dikkat çekiyor. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan söyleşide, Türk Gladyosu’nun etkinliğinin sürdüğüne ve Kürtlere yönelik faaliyetlerine dikkat çekiyor. Kısaca Türkiye’de kontrgerilla adıyla tanınan yapılanma, Kürt savaşıyla birlikte yeniden biçimleniyor.Devletin düşman tanımlamaları değiştikçe bu örgütlerin hedefi ve yapılanması yenileniyor. Ulusalcıların, eski güvenlik mensuplarının, eski askerlerin de içinde bulunduğu mafya örgütlenmesi ile iç içe geçmiş yeni oluşumlar ortaya çıkıyor. TİT adı yeniden 12 Mayıs 1998’de Ankara’da İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Akın Birdal’a yönelik gerçeklefltirilen suikast eylemiyle gündeme geliyor. Eylemin sanığı olarak yakalanan Cengiz Ersever, "bölücülere ve PKK terör örgütüne karşı TİT’i bizzat kendisinin kurduğunu" itiraf ediyor.Örgütün yöneticilerinden Semih Tufan Gülaltay’ın yakalandığı evde, "mavi zemin üzerine sarı renkli kurt başı bulunan TİT rumuzlu bayraklar" ele geçiriliyor. Ersever duruflmalarda, örgüt hakkında şu bilgileri veriyor: "Tunceli’de 5 yıl uzman çavuş olarak görev yaptım. İstanbul’a tayin olunca 1996 yılında Türk İntikam Tugayı’nı (TİT) kurdum. TİT’in lideriyim. TİT, bölücü ve şeriatçı kişi ve örgütlere karşı kurulmuştur. Silivri yolu üzerindeki bir yerde TİT üyelerine silahlı eğitim yaptırdım, Şeriat düşmanıyım. Ülkücü değil Türkçüyüm." Cumhuriyet Savcısı Ünal Haney tarafından hazırlanan iddianamede, Birdal’ın cezalandırılması emrini "Yeşil" kod adlı Mahmut Yıldırım’ın verdiği belirtiliyor. Suikastın Türk İntikam Tugayı (TİT) adlı çeteye dahil olanlar tarafından gerçeklefltirildiği vurgulanıyor. ‹ddianamede, sanıklardan Büyükçekmece İlçe Jandarma Karakolu’nda uzman çavuş olan Cengiz Ersever’in, Tunceli’de görev yaptığı 1994 y›l›nda, bir kahvede "Yeşil’’ kod adlı Mahmut Yıldırım ile tanıştığı, Tunceli ve Elazığ’ da devam eden ilişkilerinin İstanbul’a atandıktan sonra da sürdüğü anlatılıyor. TİT adı yeniden Danıştay baskını ile duyuluyor. Avukat Alparslan Aslan’nın bağlantıları arasında Birdal’ın vurulması olayında adı geçenler de var. Yakalanan bu kişiler Cumhuriyet gazetesine at›lan bombanın da failleri. Yöntem geçmiştekine benziyor. Bu kez “şeriatçılar yaptı" denilecek eylemler seçiliyor. Danışay'a yönelik eylemin gerçekleştirildiği 17 Mayıs'ın hemen ardından Glock marka silah›yla birlikte yakalanan Arslan eylemi sırasında "Allah'ın askeriyim" diye bağırıyor. Glock marka silahın kaynağı İsrail. Bağlantılarından biri Akın Birdal suikastının azmettiricisi, TİT'in kurucularından Semih Tufan Günaltay, bir diğeri de Tuğrul Türkeş'in kurduğu Aydınlık Türkiye Partisi çizgisindeki Ata Ocakları'nın eski başkanı avukat Tarkan Toper. Toper aynı zamanda Sauna operasyonu s›ras›nda yüzbaşı Nuri Bozkır'la duyulan "Türk Mukavemet Tugayı" ile de bağlantılı. Toper'in bu çeteyle bağı telefon görüşmeleri sayesinde belirleniyor. Bir başka ilginç ayrıntı: Türk Mukavemet Tugay› ile eski yüzbaşı ulusalcı Muzaffer Tekin’in de ilişkisinin oluşu. Alparslan Arslan öğrenciyken eli satırlı bir ülkücü militan. Stajını ülkücü mafya şeflerinden Sedat Peker'in avukatının yanında yapan Arslan'ın 'kızıl elma koalisyonu'nca gerçekleştirilen çeşitli eylemler içinde yer aldığıda biliniyor. Arslan'ın ilişlkide bulunduğu örgütler arasında, kuruluşunda emekli paşaların yer aldığı "ulusalcı" Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi (VKGBH) de var. TİT'in kurucularından Günaltay' da bu örgütte yer alıyor. Türk İntikam Tugayını kurduğunu söyleyen Cengiz Ersever, polisteki ifadesinde, "Güneydoğu'da can pahasına görev yapıp İstanbul'a geldikten sonra, büyük bir rant paylaşı mı yaşandığını gördüm. Bu beni çok etkiledi. Batıda mafya adı altında önemli bir mücadele tarzı vardı. İstanbul'daki mafyanın bu gücünü memleket için hayrrlr işlere kanalize etme gereğini düşündüm’’ diyor. Bu amaçla, uzun süre mafya gruplarını araştırdığını anlatan Ersever, ‘‘Sonuçta, Semih Tufan Günaltay ile temasa geçtim. Kendisiyle birlikte TİT organizasyonuna giriştik. Silivri'deki TİT kampının finansörlüğünü Semih Tufan Günaltay üstlendi. 10-15 kiflilik guruplar oluştuğunda, ben de bu guruptakilere ders veriyordum’’bilgisini veriyor. Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ve Veli Küçük de bu fotoğraf karesinde yer alanlardan Günaltay ve VKGBH tipi oluşumlarrn yolları hep kesişiyor. Muzaffer Tekin Danıştay soruşturmalarından sonra serbest bırakıyor, ama ümraniye cephaneliğindne dolayı tutuklanıyor. Ankara’da Atabey Grubu adını taşıyan yeni bir çete oluşumu ortaya çıkarılırıyor. Özelkuvvetlerden biri yüzbaşı iki subay, bir astsubay, beş siville birlikte 9 kişi gözaltına alınıyor. Baskınlarda çok sayıda el bombası, iki Glock tabanca ve C-4 ele geçiriliyor. 28 şubatçı Hürriyet, "derin” askerlerle ilintili olduğu açık bu olayı maskelemek için Atabey haberini ilginç bir yorumla sunuyor: Güya Askeri çevreler ele geçen kroki ve Atabey gerilla grubu kodları hakkında şu bilgiyi vermiş: "Özel kuvvetlerin eğitiminde bu tür hayali gerilla grupları kurulur. Ama eğitimden sonra bu belgelerin imhası gerekliydi. Krokiler ise yine eğitim amaçlı, savaş zaman›nda birliğin birbiriyle haberleşmesi gerekir. Krokilerle bu tatbikat yapılır." Yani ele geçirilenler çete değil istihbaratın çete kurma tatbikatının unsurları imiş! Suçüstü durumuna kıvırma böyle olur.Bu yeni çete ile gündem meşgul iken Danıştay'a saldırı ve Sauna Çetesi'yle ilgili soruşturmalarda adı geçen Ayhan Parlak teslim oluyor. Arslan'la Tekin arasındaki irtibatı kuran Ayhan Parlak'ın özelliği ATA Ocakları eski genel başkanı olması. ATA Ocakları, Milliyetçi Hareket Partisi'nden kopan Tuğrul Türkeş'in kurduğu Aydınlık Türkiye Partisi'nin gençlik kolu. Soruşturmada ismi gündeme gelen bir başka eski ATA Ocakları başkanı ise Avukat Tarkan Toper. Avukat Arslan'ı n Danıştay saldırısı için Ankara'ya gittiğinde Toper ile görüfltü¤ü biliniyor. Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından Danıştay saldırısı sonrası ‘Gizli TİT Raporu’hazırlanıyor. Raporun altında Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Ertuğrul Çakır’ın imzası bulunuyor. Gizli raporda Çakır, "Eylemlerde TİT rumuzunun kullanılmasına rağmen bu isimde örgütün kurucuları, lideri, teşkilat yapısı, çalışma sistemi hakkında somut bilgiler bulunmamaktadır" diyor. Ancak bu raportör de eski asker sivil bağlantılı Sauna Çetesi üyeliği, çeteye yardım ve çete adına eylemlerde bulunmak suçlarından tutuklanıyor. Kontrgerilla örgütleri finasmanlarının bir kısmını mafya-çete yöntemiyle sağlıyor. Ersever’in açıklamaları buna denk geliyor. TİT’i yeniden canlandırdığı iddia edilen kişi Susurluk’un, Sauna mensubu da TİT’in raportörü olarak atanıyor! Emniyet İstihbarat Dairesi eski Başkanı Bülent Orakoğlu; Zaman-Turkuaz’ muhabirlerine; "Ben 1980 öncesinde, Diyarbakır Terörle Mücadele müdürüydüm. TİT varla yok arası bir örgüttü, ciddi bir eylemi gözükmemişti. Hayalet örgüt olmadığı Akın Birdal olayında çıktı. Güvenlik güçlerinin çok ciddi çalışma yapmad›kları da görüldü. TİT tavrıyla kurulmuş örgütlerin, çete bağlantılarıyla ülkeyi istikrarsızlaştırmaya çalıştıklarını görüyoruz.Bu dış psikolojik hareketlerin bir nevi başarısıdır. Hangi faili meçhul cinayet işlense bu derin devletle irtibatlandırılıyor. Ben, derin devlet olmalı; ama parlamentonun kontrolünde olan ve dış psikolojik hareketlerle mücadele eden bir birim olmalıdır diye düşünüyorum.Son 6-7 ay içerisinde Türkiye’de birtakım örgütler, Sauna, Atabeyler örgütleri çıktı. Buralarda şöyle bir ortak nokta var. Görevde olan veya emekli askerler örgütlenmede yer alıyor. Ofisinden 16 Türk devletinin haritası çıkıyor. Bu değerler kullanılıyor. Ben bunu şuna benzetiyorum. Ülkenin toprakları işgal edilmiş durumda, Atatürk Amasya Kongresi’ni yapıyor ve gayri nizami harp emri veriyor. Kuvayı Milliye dediğimiz birtakım yapılanmalar oluyor. Düşman işgalinden kurtulduktan sonra Atatürk bu tür çete ve örgütlenmeleri tasfiye ediyor. Türkiye uzun yıllardan beri dış güçlerin psikolojik harekatlarına maruz kalıyor; ama bizim İKK dediğimiz İstihbarata Karşı Koyma ünitesinin zayıf kaldığını görüyoruz. Küre, Atabeyler ve ortaya çıkarılmamış 10’dan fazla örgütün, ülkede kamplaşma ve kutuplaşma yaratılması amacıyla bilerek veya bilmeyerek küresel güçlere hizmet ettiklerini düflünüyorum. Arka planları ve güç kaynakları incelendiğinde, millidir; ama dışardan idare edilmektedir. Buna karşı koymak için ise İKK’ya ağırlık verilmeli" diye konuşuyor, TİT ile ilgili olarak. Dışardan idare söylemi İstihbaratçılar bakımından tipiktir. Ama burada bir bağlantı kabulü ve kontrolden çıkma söylemi var. Orakoğlu da devlet içindeki farklı yap›lanmaların istihbarat savaşları sırasında görevden alınan biri. Mafya Çeteleri, Kızıl Elmac›lar, Ulusalcılar, Eski ve yeni Özel Kuvvetler mensupları, eski ve yeni ülkücülerin yer aldığı bir ucu sokak çetelerini yönlendiren bir çelik çekirdek etraf›nda kümelenmiş bir gevflek örgütlenmeler yumağı, 12 Eylül öncesinde olduğu gibi tehdit ve vahşet uygulamalar›nda TİT imzasını kullanmaya hız vermiş görünüyor. Sonuçta bütün yollar Özel Harp kaynakl› yapılanmalara devletin çekirdeğine işaret ediyor. Diyarbakır’da 7 öğrencinin ölümüne yol açan bombalamada TİT imzası var. TÜŞKO ve ETKO da yine yazılamalar yapıyor. Kilise duvarlarını yazılama, Manisa Turgutlu örneğinde olduğu gibi Kürt aileleri tehdit etme, Hakkari’de Umut Kitapevi’nin bombalanmasından sonra dağıtılan "ya sev ya terk et" bildirileri, İHD’ye yönelik tehditler yine TİT imzasını taşıyor. Hrant Dink’in ölümünden sonra Agos Gazetesi'ne "soykırım" tehdidi savruldu. Meclis duvarına bomba süsü verilmiş paketten TİT çıktı. Osman Baydemir, Metin Tekçe ve Ferhat Tunç’a yönelik tehdidin varlığı yeni açıklandı. Ve Muzaffer Tekin ve arkadaşlaır örneğinde olduğu gibi onlarca çete ortada fink atıyor ve devlet seyrediyor.Ama olayla ilgilenen olmuyor. Hrant Dink’in katledilmesinde Danıştay olayına kadar,ümraniyed ebulunana cephanelikten Cumhuriyetin bombalnmaısna kadar her olayın altında çıkan kontracı generla eskis Veli Küçük ortada dolaşıyor. Her yol devletin savunma refleksinin ürünü olarak görülüp meşru sayılan devletin gizli örgütlenmesi kontrgerillaya çıkıyor. Failler belli. Hedef belli. Tarih yeniden tekerrür ediyor. Bugünde faşist örgütlenmeler değişik isimler altında halka korku salmaya ve kirli eylemler yapmaya devam ediyor
*

“Ülkücü-Faşist Hareketin Tarihi:
Emperyalist-kapitalist sistemin küresel ölçekte içine girmiş olduğu ekonomik kriz ve bununla bağlantılı olarak gittikçe kızışan emperyalist paylaşım kavgası, istisnasız bütün burjuva devletleri bir iç ve dış savaşa hazırlanmaya itiyor. Militarizm ve silahlanma yarışı tüm kapitalist devletleri içine çekiyor ve şiddetlenen çelişkilerin basıncı altındaki emperyalist-kapitalist sistem gericileşerek saldırganlaşıyor. Pek çok kapitalist ülkede peş peşe baskıcı yasalar çıkıyor, gerici, ırkçı, faşizan uygulamalar yaygınlaşıyor. Faşist diktatörlüklere has birçok uygulama, sıradanlaştırılıp kanıksatılarak günlük hayata sokuluyor. Burjuvazinin işçi-emekçi sınıflar ve kendisine muhalefet eden güçler üzerindeki baskıyı gittikçe arttırması boşuna değildir. Bunalım derinleştikçe sınıf hareketinin yükselerek kendi düzenini tehdit eder bir hal alabileceğini bilen burjuvazi, şimdiden önlemlerini almakta, faşist çeteleri tahkim etmekte ve faşizm silahını kınından çıkarıp yağlamaya başlamaktadır.
Türkiye’de de burjuvazi ne zaman başı sıkışsa, toplumsal muhalefeti bastırmak için faşist çeteleri ve katiller sürüsünü devreye sokmuştur. ‘80 öncesinde devrimci sınıf hareketini, sonrasında ise Kürt halkının haklı mücadelesini ezmek için burjuva devletin en önemli yardımcısı ve silahı, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist[1] hareket olmuştur. Bu faşist parti, bugün de yükseltilen milliyetçi-şoven dalganın başta gelen “sivil” ayağını oluşturuyor, tertiplenen provokasyonlar için gerekli insan kaynağını düzen güçlerine temin ediyor. Ve yarın da devrimci sınıf hareketi tekrar yükselişe geçtiğinde, devrimcilere ve öncü işçilere saldırmak üzere sırasını bekliyor.Bu yüzden ülkücü-faşist hareketin burjuva düzenin diğer sağ-milliyetçi partilerinden ve güçlerinden ayrı bir yeri olduğu iyi anlaşılmalıdır. Faşist partiler ve onların altındaki legal-illegal tüm örgütlenmeler, çeteler, mafyatik yapılanmalar vb. hepsi de burjuvazinin iç savaş aygıtıyla organik bir bağ içerisindedir. Yeri geldiğinde bizzat burjuva devlet tarafından kurulur, desteklenir ve önü açılır. Devrimci yükseliş dönemlerinde, burjuva devletin kolluk güçleri devrim güçlerini yenilgiye uğratmakta yetersiz kalmaya başladığında devreye faşist çeteler ve faşist terör girer. Faşist hareket ve parti aracılığıyla burjuvazi, karşı-devrimci örgütlenmesine kitle tabanı sağlamaya çalışır ve şartlar uygunsa –toplumsal krizin devrimci yoldan çözüleceğine dair umutlar yitirilmeye başlandığında– bunu belli ölçülerde başarır. Dolayısıyla Türkiye’de de ülkücü-faşist hareketin olağan dönemlerdeki görece atıllığına ve uysallığına bakıp aldanmamak gerekir. Görece diyoruz, çünkü en “uysal” olduğu dönemde bile faşist çeteler burjuva devletin kirli ve illegal işlerini görmeye, burjuvaların emrinde grev kırıcılığı yapmaya, onlara korumalık ve bekçi köpekliği yapmaya devam ederler. Bu açıdan bakıldığında ülkücü-faşist hareket her daim, toplumsal muhalefetin ve devrimin başına indirmek için burjuvazinin elinin altında tuttuğu kanlı sopasıdır. Ülkücü-faşist hareketin geçmişte yaptıkları, gelecekte yapacaklarının da teminatıdır.
Turancılıktan Nazizme, ülkücü-faşist hareketin ideolojik kökeni:
Türkiye’de faşist hareketin neredeyse 70 yıllık bir mazisi var. Bu mazi, faşizmin en ilkel ve insanlık dışı fikirleriyle, binlerce devrimcinin, işçinin, ilerici aydının kanıyla, sayısız katliam ve kıyımla doludur. Devrimin ve devrimci işçi sınıfının can düşmanı olan faşizm, bu karşı-devrimci doğasını en başta söylemiyle, ideolojisiyle ortaya koyar. Faşizmin her ne kadar bütünlüklü ve tutarlı bir ideolojisi olmasa da, hatta tamamen demagojik söylemlerle dolu ve oportünist, eklektik bir yapıya sahip olsa da, sonuçta muradını ortaya koymaya yetecek kadar açık ve nettir. Amaç devrimci sınıf hareketini ezerek burjuvaziyi krizden kurtarmak olduğundan, zaten kendi içinde tutarlı bir ideolojiye de ihtiyacı yoktur. Bonapartizmden Faşizme adlı kitabında faşizmin son derece özlü ve özgün bir tahlilini yapmış olan Elif Çağlı, faşist ideolojinin işlevini şöyle açıklıyor:Faşist hareketler örgütlenir ve iktidara tırmanırlarken, küçük-burjuva kitleleri peşlerine takmak için pek çok demagojik unsurla bezenip kendilerini özgün bir ideolojik ya da siyasal akım olarak sunmaya ihtiyaç duyarlar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken bir küçük-burjuva ideolojisine sahipmiş gibi görünür. Fakat iktidara geldiğinde, onun bu oportünist ideolojisinin aslında burjuva egemenliğinin olağanüstü koşullarda sürdürülmesini amaçlayan bir demagojiler yığını olduğu ortaya çıkar. (…) Faşizm iktidara tırmanırken kitleler üzerinde etkili olabilmek için kendini küçük-burjuva kitlelerin özlemlerine uyarlar. Ayrıca farklı yöntemler uygulayarak işçi hareketine doğru da uzanır. (…) İktidara tırmanırken başvurduğu anti-kapitalist demagojilerle ve küçük-burjuvaziyi cezbetmeye yönelik uçuk tarihi fantezileriyle, faşizm özgün bir küçük-burjuva siyasal akım olarak görünebilir. (…) Ama tüm bu yalan kampanyalarının ardında, sermayenin gerçek akıl hocaları planlarını sinsice hazırlayacak ve faşizm işini, finans kapitalin o dönem öne çıkmış ihtiyaçları doğrultusunda gayet de bilinçli olarak yürütecektir. (s.144-147)
Faşizmin demagojik söyleminin temel unsurları; burjuva devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik, militarizm ve azgın bir anti-komünizmdir. Ülkücü-faşist hareket söz konusu olduğunda da durum aynıdır. Ülkücü-faşizmin ideolojisi de, devleti kutsayan, komünizmi milliyetçiliğe ve burjuva devlete karşı olduğu için en büyük düşman ilan eden, Türk ırkını “üstün ırk” olarak gören ırkçı ve şoven bir anlayışa dayanır.
Türk faşizminin ideolojik kökü Türkçü-Turancı düşüncede ve Alman Nazizminde aranmalıdır. Sonradan (60’lı yıllardan itibaren), dönemin konjonktürüne uygun biçimde ve kitleselleşme gayesiyle bağıntılı olarak İslami motifler de işin içine katılmış ve bir Türk-İslam sentezi yaratılmaya çalışılmıştır. Ancak bu, temelde yatan ırkçı-milliyetçi düşünceyi ve faşist bir devlet düzeni idealini ortadan kaldırmamış, yalnızca ona eklemlenmiştir. Devlet kavramı, ülkücü-faşist hareket açısından merkezi ve hayati bir önem taşır. Bu açıdan, ülkücü-faşizmin tarihsel olarak bağlandığı Türkçü-Turancı düşünceye bakıldığında, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen bu akımın temelinde de “devleti korumak ve kurtarmak” refleksinin yattığı görülür. Bu refleks, ülkücü-faşist hareketin tüm dönemlerine damgasını vurmuş ve burjuva devletin hizmetinde, onun “yardımcı” yahut “sokaktaki” gücü olmak pratiğiyle de örtüşmüştür.
Ülkücü-faşist ideolojinin bir diğer unsuru olan “Turan” ülküsü de, “devleti kurtarma” refleksinin uzantısı olarak Türk ırkına dayalı bir milletin oluşturduğu bir devlet kurma fikrinin somutlanışıdır. Turancılık adı verilen bu akım, 1910’lu yıllarda Çarlık Rusya’sında yaşayan ve “Türklerin yaşadığı bütün toprakların tek bir Türk devleti altında birleştirilmesi” idealini savunan Türkî aydınlar (Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Yusuf Akçura vs.) tarafından yaratılmış ve Osmanlı’daki Türkçü aydınların da bunlardan etkilenerek milliyetçi fikirleri savunmaya başlamaları yüzünden Türkçülükle özdeşleşmiştir. Son derece uçuk bir tarihi fantezi olsa da, dönemin en önemli siyasi gücü olan İttihat ve Terakki Partisi tarafından sahiplenilmesi, Turancılığın resmi ideoloji ve “Turan” idealinin de devlet politikası haline gelmesine yol açmıştır. I. emperyalist paylaşım savaşı, yarattığı sonuçları itibariyle “Turan” idealinin Turancılık fikriyle beraber sönümlenmesini sağlamış, fakat Zeki Velidi Togan ve Nuri Killigil[2] gibi bazı ırkçı-Turancı düşünürler bu akımı yeniden canlandırarak 30’lu yıllara kadar taşımış ve Avrupa’da yükselen Alman Nazizmi ile harmanlayarak ülkücü-faşist hareketin düşünsel temellerini atmıştır. Bu tarihten itibaren faşist kadrolara Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Orhon Seyfi Orhon, Rıza Nur, Fethi Tevetoğlu gibi isimler de katılmıştır. Özellikle Nihal Atsız’ı, bu meyanda faşist hareketin Türkiye’deki kurucusu ve ideologu olarak anmak yanlış olmaz.
30’lu ve 40’lı yıllar hem dünyada hem de Türkiye’de faşist düşüncenin ve siyasetin yükselişe geçtiği dönemlerdir. Alman ve İtalyan faşizminin iktidara gelmesi Türkiye’de de faşist kadroların canlanmasını sağlamış, faşist ideolojinin ve devlet anlayışının birçok unsurunun TC devletinin resmi ideolojisiyle örtüşmesinin de etkisiyle, devlet bürokrasisinin üst katmanlarında kendine yandaşlar bulmuştur. Türkiye’deki tek parti diktatörlüğü döneminden vereceğimiz bazı örnekler bu bağlamda açıcı olacaktır. CHP’nin iktidarı elinde tuttuğu bu dönemde parti-hükümet-devlet iç içe geçmiş ve özdeşleşmişti. CHP’nin 1935’teki kongresinde, “Türkiye toplumunun tüm bireyleri” parti üyesi sayılmış, toplumun manevi varlığının ifadesi olan “ulus”un parti içinde toplandığı, partinin “ulus” ve dolayısıyla devlet anlamına geldiği söylenmişti. Hatta 1936 tarihli bir genelgeyle partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı, il başkanları da vali olarak atanmıştı. Böylesi bir korporatizmle birleşen devletçi ve bürokratik muhafazakârlık, resmi ideolojinin faşizan fikirlerle ne denli örtüştüğünün göstergesidir.
40’lı yıllara gelindiğinde, faşist kadrolar bir yandan hükümeti ve yüksek bürokrasiyi etkilemeye çalışıyorlar, diğer yandan da (özellikle Nuri Killigil aracılığıyla) ordu içinde örgütlenmeye uğraşıyorlardı. Amaçları, Nazi Almanya’sının baskısı ve askeri bir darbe aracılığıyla iktidarı ele geçirmekti. Bu dönemde Nazi Almanya’sı Türkiye’deki faşistleri siyasi ve mali yönden desteklemiş, devlet içindeki etkinliklerini arttırmaları için çaba sarfetmiştir. Türkiye’nin dış politikası da görünürde tarafsız ama gerçekte Alman yanlısı olduğundan, faşist kadrolar önemli ilerlemeler kaydetmişlerdir. İhracat ve ithalatta Almanya’ya öncelik tanınıyor, halk açlıktan kırılıp kuyruklarda sefillik çekerken buğday ve çeşitli gıda maddeleri Almanya’ya ihraç ediliyordu. Hatta “milli şef” İnönü Alman büyükelçisi Von Papen’e, komünizme karşı mücadelede ve SSCB konusunda ortak politikalara sahip olduklarını, Alman ordularının Sovyetler’i yenmesi maksadıyla Türkî bölgelerdeki “kandaşları” ile görüşeceklerini ve Alman ordularına yardımcı olmalarına aracılık edeceklerini söylüyordu. Hükümetten üst düzey bürokratlara kadar pek çok kişi açıkça Nazi yanlısı fikirler ileri sürmekten çekinmiyordu. Dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, General Hüsnü Erkilet gibi isimlerin Nazi yanlısı tutumlarının yanı sıra Cumhuriyet, Tasvir ve Vakit gibi birçok gazete de Pan-Turanist ve ırkçı bir temelde Nazi Almanya’sının propagandasını yapıyordu. Saraçoğlu, “ben Türkçü bir başbakanım… Türkçülük bizim için bir kültür meselesi olduğu kadar bir kan meselesidir” diye konuşuyordu. Burjuva devlet bir yandan kendini Nazi Almanya’sına ispatlamak için TKP’lilere ve solculara kan kustururken, diğer yandan askeri-sivil okullara yahut devlet dairelerine alınacak kişilerde “Türk ırkından olmak” gibi şartlar aranmaya başlanıyor, ders kitaplarında açıkça Turancılık-ırkçılık propagandası yapılıyordu.
Ne var ki, 1944 yılından itibaren Nazi ordularının Sovyet güçlerince püskürtülmesi ve Almanya’nın yenilgisinin kesinleşmesi üzerine her şey bir anda değişti. İşin aslı, başından beri savaşı kazanacağına inandığı Almanya tarafına oynayan burjuva devlet, savaşın sonucu belli olur olmaz Nazi ve faşizm karşıtı sulara dümen kırdı. Bunun siyaset arenasındaki göstergesi ise 1944’teki ünlü “Turancılık Davası” ve bu davada Türk faşizminin (aralarında Alparslan Türkeş’in de bulunduğu) ünlü isimlerinin yargılanmasıdır.Sonuç olarak, 1944 yılına kadar geçen süreç, Türk faşizminin ideolojik mayalanma dönemi olarak nitelendirilebilir. Türkçü-Turancı fikirlerin mirasıyla yetişen 40’lı yılların faşist kadroları, bu fikirleri Alman Nazizmi ile harmanlayarak bu akımın ideolojik altyapısını oluşturmuşlardır. 40’lı yılların başındaki yükselişe kadar faşist hareket dar bir kadronun başını çektiği bir fikir akımı karakterini korumuş ve daha çok Türkçüler Derneği ile Ergenekon, Gökbörü, Tanrıdağ, Orhun, Çınaraltı, Kopuz gibi dergiler etrafında örgütlenmiştir. 40’lı yıllarda ise Nazi Almanya’sının ve devletin desteğiyle daha örgütsel bir yapıya kavuşarak, fikir akımından örgütlü bir harekete dönüşme imkânı bulmuştur. 1944’te aldığı göstermelik darbe sonucu küçük bir sarsıntı geçiren ve itibar kaybı yaşayan faşist hareket, Turancılık davasından mahkûm olanların itibarlarının 1947’de iade edilmesine rağmen, 60’lı yılların sonuna kadar nispeten durağan bir sürece girer. Bu yıllarda faşist kadrolar önce Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’nde (1948), daha sonra da Osman Bölükbaşı’nın 1954’te kurduğu Cumhuriyetçi Millet Partisinde ve daha sonra (bu partiyle Türkiye Köylü Partisinin aynı yıl birleşerek oluşturdukları) Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi etrafında toplanırlar.
Bir iç savaş aygıtı ve karşı-devrimci güç olarak MHP’nin doğuşu:
Bugün için adı ülkücü-faşist hareket ile özdeşleşmiş olan, nam-ı diğer “başbuğ” Alparslan Türkeş, her ne kadar 1944’te Turancılık davasından yargılanmış ve kısa bir süre “içerde” kalmış olsa da, 60’lı yıllara kadar faşist hareket içinde tanınan veya bilinen biri değildi. Oysa onun hayatına kısa bir bakış bile, Türkiye’deki faşist hareketin nasıl ve ne amaçla örgütlendiğinin anlaşılmasını sağlayacak çarpıcı örneklerle doludur. Henüz genç bir subay olan Türkeş, 1950’lerin başında Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından ABD’ye gönderilir ve burada 2,5 ay kalarak “özel harp, gayri nizami harp, gerillaya karşı mücadele ve gerilla savaşları” konusunda eğitim görür. Ardından 1956 yılında, bu kez NATO Türk Temsil Heyeti üyesi olarak ABD’ye bir kez daha gider ve Türkiye’nin ilk “özel harp, kontr-gerilla” uzmanlarından biri olarak 27 Mayıs darbesine kadar Genel Kurmaydaki NATO Dairesini yönetir.Açıkçası ne bu eğitim için Türkeş’in seçilmiş olması ve ne de henüz 50’li yıllarda Türkiye ve benzeri ülkelerden seçilmiş subaylara bu tür eğitimler verilmesi basit bir tesadüf değildir. Nitekim ilerleyen yıllarda kendisinin ve başına geçtiği faşist partinin üstleneceği rol dikkate alındığında, bu eğitimin işlevi daha iyi anlaşılacaktır.
50’li yıllar dünya arenasında “Soğuk Savaş” döneminin başladığı ve emperyalist kampta yer alan (NATO üyesi) tüm ülkelerde sonradan Gladio, SüperNATO, Özel Harp Dairesi vb. adlarla ortaya çıkarılacak olan kontr-gerilla/iç savaş aygıtlarının devlet içinde örgütlendiği ve faşist hareketlerle işbirliğine girdiği yıllardır. Bu örgütlenmelerde faşist hareketten seçilen unsurların yahut örneğin Avrupa’da Nazi artığı subayların kullanılması neredeyse klasikleşmiş bir uygulamaydı. Bu örgütlenmelerin amacı şöyle ifade ediliyordu: “Komünizm tehlikesine karşı sağcı eylemlerle solcu hükümetleri yıpratmak, otoriter yönetimleri güçlendirmek, komünistlerin iktidara gelmesini önlemek; bu amaçla gerekirse silahlı eylem, sabotaj ve suikastlar düzenlemek; bir Sovyet işgali durumunda özel savaş yöntemleriyle gerilla mücadelesi yürütmek ve propaganda faaliyetleri yapmak.”
NATO ülkelerinde adları pek çok cinayete, suikasta, toplu katliama karışan bu iç savaş aygıtları için, ABD Savunma Bakanlığı tarafından 1967 yılında Kontr-gerilla Operasyonları adıyla basılan ve Türkçeye de “ST 31-15” yani Sahra Talimnamesi 31-15 başlığıyla çevrilen elkitabında, bu örgütlenmelerin çalışma yöntemleri hakkında şunlar yazıyordu: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygun, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber yayma, zorbalık, şantaj”. Ayrıca bir not olarak şu ifade ekleniyordu: “Bir gayri nizami kuvvetin yeraltı unsurları kaide olarak kanuni statüye sahip değillerdir.” Bu cümlelerden, burjuvazinin devrimci sınıf hareketine karşı nasıl bir yol ve yöntem izlediğini anlamak mümkündür.
“Soğuk Savaş” döneminde ABD emperyalizmi tarafından ortaya atılan ve bugünkü “uluslararası terörizmle mücadele” masalının o dönemdeki karşılığı olan “komünizmle mücadele”, istisnasız tüm gerici-faşizan yapılanmaların ve karşı-devrimci örgütlenmelerin temel düsturu olmuştur. Faşizmi yenilgiye uğratan güç olarak öne çıkan ve uluslararası işçi sınıfının gözünde prestiji artan SSCB karşısında ABD emperyalizmi, elinin ulaştığı her yerde bu tür faşist ve karşı-devrimci örgütlenmelerle işbirliği yapmış, bunları desteklemiş ve önünü açmıştır.
İşte geleceğin “başbuğu” Türkeş de, aldığı “özel harp” eğitimini, Türkiye’deki faşist hareketin örgütlenmesi ve burjuvazinin hizmetine koşulması için kullanmıştır. Daha baştan emperyalizmin “Soğuk Savaş” stratejisiyle şekillenen ülkücü-faşist hareketin, Özel Harp Dairesiyle (burjuva devletin bu iç savaş aygıtıyla) organik ilişkisi çok açıktır. O kadar ki, ileride MHP’nin il ve ilçe başkanları aynı zamanda Özel Harp Dairesinin elemanı olacak ve işin aslı MHP’ye bağlı örgütler aynı zamanda kontr-gerillanın sivil milis gücünü oluşturacaktı. Nitekim 12 Eylül 1980 sonrası açılan MHP ana davasında da, ülkücü-faşistlerin eğitim ve hazırlık çalışmalarında bir kontr-gerilla talimnamesi olan “ST 31-21”e göre hareket ettikleri ve örgütlenirken de aynı talimnamede yer alan şemaya bağlı kalarak “istihbarat komiteleri, maliye komiteleri, eğitim komiteleri, ikmal komiteleri, emniyet komiteleri, ulaştırma komiteleri, kundaklama, tahrip, silahlı baskın ve propaganda komiteleri vb.” kurdukları resmi ağızlardan teyit ediliyordu.
Daha 50’li yılların başlarında burjuva TC, “komünizme ve her türden düzen karşıtı muhalefet hareketlerine karşı” adeta kendi iç savaş örgütlenmesinin bir uzantısı olarak faşist hareketi el altından körüklüyordu. Faşist ve kontr-gerillacı Türkeş ABD’de bu eğitimleri alırken, Türkiye’de de faşist kadrolar boş durmuyor, burjuva devletin hamiliğinde örgütlenip palazlanıyorlardı. Bizzat devlet eliyle kurulan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” bu açıdan çarpıcı örneklerdir. İlki 1950 yılında Zonguldak’ta kurulan, 1956’da Demokrat Parti’nin desteğiyle İstanbul’da da şubesi açılan ve kurucuları arasında Fethullah Gülen, Recai Kutan gibi isimlerin de yer aldığı bu faşist örgütlenmeler, 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte kapatıldılar. Ancak 1963’te İzmir’de yeniden açılacak ve 1968’e gelindiğinde şubelerinin sayısı 141’e çıkacaktı. Benzer şekilde Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) aracılığıyla ve “komünizmle mücadele” şiarı etrafında üniversite gençliği de gerici-faşist harekete çekilmeye çalışılıyordu. Bu örgütlerin liderleri çoğunlukla faşist hareketle sıkı bağlar içerisindeydiler ve bir yandan “Komünizmi Tel’in” mitingleri düzenliyor, diğer yandan polisle birlikte solcu mitinglere saldırıyor, işi solcu-devrimci kişileri katletmeye kadar vardırıyorlardı.
Bu koşullar altında 60’lı yıllara gelen faşist hareket, uluslararası alanda esen “anti-komünizm” rüzgârını da arkasına alarak, burjuva devletin himayesinde ciddi bir örgütlü güce kavuşmuştu. Ancak henüz yaygın bir kitle tabanına sahip değildi ve bu yüzden de iktidar perspektifi, dışarıda ABD emperyalizminden içeride de ordunun milliyetçi-muhafazakâr kesimlerinden aldığı destekle ve tepeden bir darbe yoluyla iktidarı almakla sınırlıydı.
Faşizmin bu doğrultudaki bir denemesi Türkeş ve kadrosu aracılığıyla 27 Mayıs 1960 darbesi esnasında olmuştur. Darbe sonrası kurulan Milli Birlik Komitesinde (MBK) yer alan Türkeş, birlikte hareket ettiği dar bir ekibe (Orhan Kabibay ve Suphi Karaman vs.) dayanarak ve esasen işi oldubittiye getirerek Başbakanlık Müsteşarlığı makamına elkoydu.[3] Türkeş’in başını çektiği ekip ivedi bir şekilde MBK içinde iktidar mücadelesine girişti. Amaç devleti ve toplumu korporatif tarzda yukarıdan aşağıya doğru yeniden örgütlemek ve faşist nitelikli “kalıcı ve otoriter bir rejim kurmak”tı. Cuntanın “kudretli albayı” Türkeş kitle desteği sağlayabilmek için Türk Kültür Derneklerini kuruyor, Öncü adlı bir dergi çıkarmaya başlıyor ve toplumun ideolojik yapısını faşist tarzda biçimlendirmek üzere Ülkü Kültür Birliği projesinin hayata geçirileceğini açıklıyordu. Ancak dönemin konjonktürü içerisinde Türkeş’in başını çektiği faşist kanadın başarı şansı yoktu. Nihayetinde 13 Kasımda “14’lerin tasfiyesi” gerçekleşti ve Türkeş’le ekibinin de aralarında bulunduğu 14 MBK üyesi sürgüne gönderildiler.Hindistan’a askeri ateşe olarak sürülen Türkeş, Şubat 1963’te Türkiye’ye döner dönmez ekibiyle birlikte “inisiyatifi ele geçirmek ve iktidara uzanmak” amacıyla Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine (CKMP) girdi. 1965 yılında, partinin başkanı Osman Bölükbaşı’nın istifasıyla açılan boşluktan yararlanarak ve parti içinde örgütlü faşist bileşenlerin de desteğiyle liderliği aldı. Türkeş’in başa geçmesiyle birlikte partiye faşizan ve radikal milliyetçi bir söylem hâkim oldu. Partinin ideolojik çizgisi ve anti-komünist pozisyonu netleştirildi. Türkeş tarafından hazırlanan ve “milliyetçi toplumculuk” (yani Nasyonal Sosyalizm) olarak adlandırılan anlayışı içeren “Dokuz Işık” broşürü, 1967 kongresinde partinin programatik metni haline geldi. Böylece partinin faşist kimliği de açıkça ilan edilmiş oluyordu. Türkeş’in hareketin tartışılmaz lideri olarak “başbuğ” ilan edilmesiyle birlikte, Türk faşizminin ünlü “lider-örgüt-doktrin” üçlemesi de şekillenmiş oluyordu. İki yıl sonra gerçekleşen kongrede partinin isminin değiştirilerek Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alması, parti programı ve tüzüğünün değiştirilerek Türkeş’e olağanüstü yetkiler tanınmasıyla birlikte yeni bir sayfa açılıyordu; faşist hareketin partileşme süreci tamamlanmıştı.1969’daki kongrede şekillenen MHP, faşist hareketin ideolojik düzleminde de bir değişimi ifade ediyordu. Hareketin “tarihi” önderi Nihal Atsız’ın temsil ettiği ırkçı-Turancı çizgide rötuşlar yapılarak Türk-İslam sentezinden oluşan bir milliyetçiliğe geçiliyordu. İşin aslı hareketin kitleselleşebilmesi açısından bu zorunluydu, çünkü salt ırkçılığa dayanan bir Türklük kimliğinin toplumda rağbet görmesi mümkün değildi. Türkeş önderliğindeki MHP, faşizmin klasik taktiğini kullanarak son derece oportünist bir yaklaşımla, taşradaki kitlelerin muhafazakâr ve dini duygularına seslenerek onlara ulaşmak ve sola karşı bir tepki uyandırarak faşist hareketin kitle tabanını yaratmak amacını güdüyordu. MHP bunu Sünni İslam temelinde gerçekleştirerek Türklük kimliğine Sünnilik-İslamlık sıfatını da ekliyor ve bu ikisini aynı faşist potada eriterek Türk-İslam kimliğinin dışına düşen tüm halkları ve etnik grupları ırkçı bir yaklaşımla dışlıyordu. O yıllarda bu çizgi ifadesini, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” sloganında bulmuştu.
Ülkücü-faşist hareketin partileşme sürecinde tepe noktasını ifade eden MHP’nin doğuşu, tamamen anti-komünist ve faşist bir anlayış temelinde gerçekleşmiş, misyonunu da 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükselen sol hareketi durdurmak olarak tanımlamıştır. Bu yüzden de toplumsal muhalefet dalgasındaki her rengi komünist olarak nitelemiş, bir bütün olarak muhalefeti ve devrimci temelde yükselen sınıf hareketini pasifize etmeyi ve bastırmayı amaç edinmişti. Çizdiği yol sermayenin dönemsel ihtiyaçlarına da fazlasıyla tekabül ettiğinden, MHP’de cisimleşen ülkücü-faşist hareket kısa sürede burjuva devletin para-militer ve karşı-devrimci “sokak gücü” olarak şekillenmeye başladı.
Ülkü Ocaklarının misyonu:
“Başbuğ” Türkeş önderliğindeki faşist MHP işe gençliği örgütlemekle başladı ve 1966’da kurulan Ülkü Ocaklarını geliştirmeye çalıştı. Ülkücü-faşist hareket partileşme sürecinde birçok çevre ve dernek aracılığıyla çetelerini de örgütlemiş, faşizmin klasik gidişatına uygun olarak yakın zamanda devreye sokacağı faşist terörün araçlarını da yaratmıştır. İşte Ülkü Ocakları, MHP’nin organize ettiği bu faşist çetelere “yurt” oluyor ve aynı zamanda insan kaynağı sağlıyordu. Başlangıçta üniversite gençliğinin örgütlendiği MTTB ve TMTF gibi derneklerde etkin olmaya çalışan ülkücü-faşistler, solun üniversite gençliği içindeki hegemonyasından dolayı burada istediklerini elde edemeyince kendi yandaşlarının Ülkü Ocakları çatısı altında toplanmasını sağlamışlardı. Böylece ülkücü-faşist hareketin gençlik kollarının örgütü olarak doğan Ülkü Ocakları, ilerleyen süreçte bu niteliğini aşarak faşist terörün vurucu gücüne dönüşecekti. Çünkü bu yapı, bir gençlik örgütü olarak kurulsa da hiçbir zaman kendini gençlik ile sınırlandırmamış ve kısa sürede ülkücü-faşist harekete kan akışını sağlayan bir araç niteliği kazanmıştır.
1970’e gelindiğinde sayıları 200’ü bulan Ülkü Ocaklarında toplanan gençlere özel bir önem atfedilmiş, seçilenlere parti ileri gelenleri tarafından ideolojik eğitim verilmiş ve uzun bir süre bu çalışma partinin örgütlenme faaliyetinin temelini oluşturmuştur. Yarı askeri bir yapıya sahip olan bu örgütlenme içerisinde yetiştirilen gençler, ellerine silah tutuşturularak üniversitelere, grevlere veya solcuların etkin olduğu semtlere gönderiliyor, devrimci-solcu gençlerin, aydınların, işçilerin üzerine salınıyordu. Faşist MHP’nin temel prensibi, devrimcilerin ve solcuların bulunduğu her alanda varolmak ve onların karşısına dikilmekti. Bu amaçla özellikle taşradan yeni gelmiş köylü çocukları ya da şehrin varoşlarında yaşayan işsiz güçsüz lümpen gençler seçiliyor, kapitalizmin ezerek bir paçavra gibi sistemin dışına attığı bu gençlerin sisteme duydukları öfke komünizm karşıtlığına kanalize edilerek beyinleri en gerici fikirlerle yıkanıyordu. Hitap edilen sınıfsal kitle hesaba katılarak, yabancı karşıtlığı temelinde bina edilmiş bir anti-emperyalizm ve Batı karşıtlığı da dönemin MHP’sinin hâkim söyleminin bir parçasını oluşturuyordu. Bu söyleme göre, liberal kapitalizm ve komünizm aynı kefeye konuyor, ikisinin de Batıdan-dışarıdan geldiği ve Türklük-İslamlık kimliğine yabancı olduğu öne çıkarılarak, Türk halkının düşmanı ilan ediliyordu.
Gittikçe kitleselleşen devrimci-sol hareketin önünü kesmek için faşist terörden başka bir silahı olmayan MHP, yarı-legal silahlı örgütlenmeleri kurmakta da gecikmedi. Ülkü Ocaklarının yanı sıra ilki 1968’de İzmir’de olmak üzere “komando kampları” kurulmaya başlandı. Bu kamplarda teorik eğitim, judo ve komando eğitimi, emekli subaylar tarafından veriliyordu. Bu subaylar da tıpkı MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının diğer yöneticileri gibi, ya Türkeş’in 27 Mayıs darbesi sırasında cunta içindeki ekibinden ya da Özel Harp Dairesi’nin görevlendirdiği askerlerden oluşuyordu. Amaç komünistlere, devrimcilere ve solculara karşı her türlü mücadeleyi göze almış vurucu timler yetiştirmekti. Bu faşist eğitim kamplarının sayısı 100’e ulaşmış ve toplam 35 ile yayılmıştı. Bu kamplarda yetişen gençler ilk “stajlarını” üniversitelerdeki devrimci gençliğe taşlı, sopalı, bıçaklı, zincirli saldırılar düzenleyerek yapmışlardı. Sonraları ise işi ilerletip silahlı suikastlara vardırarak, devrimcilerin toplantılarını basıp, mitinglere saldırmaya başlamışlardı.
Kuruldukları dönemde bu kamplar, düzen partilerinin bile tepkisini çekmiş, mecliste CHP tarafından soru önergeleri verilmesine neden olmuşlardı. Ancak faşist MHP’nin bu girişimleri kuşkusuz burjuva devletin bilgisi ve ilgisi dâhilinde, hatta kimi zaman el altından kimi zaman açıktan desteğiyle yürüyordu. İçişleri Bakanlığının hazırladığı bir raporda, MHP’nin geliştirmeye çalıştığı Nasyonal Sosyalist (Nazi) düzeni inceleniyor, komando kamplarında Hitler Almanya’sının SS örgütlerinin örnek alındığı belirtiliyordu. Ama ne devlet ne de hükümet bu faşist faaliyetleri durdurmak için bir adım atacaktı. Arkasında devlet desteği olanTürkeş, komando kamplarını açıkça savunuyor ve pervasız bir şekilde “komünistler memleketi sahipsiz sanıp da sokak hâkimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi, milliyetçi çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz” diyebiliyordu.Böylece 70’li yıllara gelindiğinde ülkücü-faşist hareket, gerek burjuva devletin kontr-gerilla yapılanmasıyla geliştirdiği organik bağlara güvenerek gerekse de legal ve illegal örgütlenmesinin geldiği düzey itibariyle, kendini devrimci yükselişi karşılayacak ve bu yolla iktidara geçecek güçte hissediyordu. Ancak ülkücü-faşist hareketin iktidar yürüyüşü, bu kez de 12 Mart Muhtırası ile kesildi. “Başbuğ” Türkeş ne düşünürse düşünsün, burjuvazi henüz faşizmi gerekli görmüyordu. Böylece darbeyle birlikte burjuva devletin baskı aygıtları, “sokağın kontrolünü” de kendi ellerine aldılar ve faşist MHP’ye kenara çekilmesini buyurdular. Burjuvazinin bekçi köpekliğini yapmayı kendilerine görev bellemiş ülkücü-faşist güruhun başı Türkeş, hoşuna gitmese de “nöbeti şanlı Türk ordusuna devrettiklerini” açıklamak zorunda kaldı. Ancak iş henüz bitmemişti. 12 Mart rejiminin sola ve devrimci harekete yönelik azgın tasfiye ve sindirme harekâtına karşın, toplumsal muhalefetin ve devrimci sınıf hareketinin yükselişi durdurulamadı. Türkeş sonradan 71-73 yılları arasında yönetimi elinde tutan askeri rejimi yeterince otoriter ve kararlı davranmamakla suçlayacaktı. TİP ve Dev-Genç gibi solun kitlesel örgütlerinin kapatılması, yaygın ve acımasız bir devlet terörünün estirilerek toplumsal muhalefetin sindirilmeye çalışılması, çok sayıda dergi, gazete ve yayınevinin kapatılması, devrimci gençliğin önderlerinden Mahir Çayan ve 10 yoldaşının Kızıldere’de, Sinan Cemgil ve Kadir Manga’nın Nurhak’ta, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın darağacında katledilmesi, on binlerce insanın gözaltına alınarak işkencelerden geçirilmesi, faşist MHP’ye yetmemişti. İsteğine ulaşması için ise 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini beklemesi gerekecekti.
Faşist terör yükselişe geçiyor:
MHP öncülüğündeki ülkücü-faşist hareket 12 Mart muhtırası ile kısa bir süre kabuğuna çekilse de sonrasında yoluna devam etti. Çünkü mücadeleci bir işçi hareketinin varlığı ve toplumsal muhalefet dalgasının yükselmeye devam etmesi, burjuva devletin faşist sopaya olan ihtiyacını daha da arttırıyordu. MC (Milli Cephe) hükümetlerinin kurulmasıyla birlikte MHP, paramiliter sokak gücü kimliğinden hükümet ortaklığına terfi etmişti. Bu MHP için önemli bir deneyimdi.
MC hükümetleri döneminde faşist hareket, devlet ve toplum içindeki etkinliğini arttırmış ve siyasi alanda da ciddi bir güç haline gelmiştir. Özellikle Demirel liderliğindeki AP’nin (Adalet Partisi) bunda payı büyüktür. Sermayenin has adamı Demirel, MHP’nin hamiliğini üstlenmiş, izlediği siyasetle ülkücü-faşist kadroların hareket alanlarını kolaylaştıracak ve faşist terörü perdeleyecek bir yönelim içerisinde olmuştur. AP’nin MHP ile girdiği bu kirli ittifakın niteliği, burjuvazinin MHP’ye biçtiği rolün de somut bir ifadesidir. Açıkçası burjuvazi, MHP’den sonuna kadar faydalanmakla beraber onun tek başına iktidara gelmesini de istemiyordu. Bu yüzden de bir yandan onu koruyup kollarken öte yandan da yularını elinden bırakmamaya ve kontrol altında tutmaya çalışıyordu.
1975-78 yılları arasındaki bu süreçte yoğun bir biçimde devlet aygıtı içinde kadrolaşmaya başlayan MHP, iktidar olanaklarını iyi değerlendirerek hem sağ seçmen üzerinde önemli bir meşruiyet elde etti hem de faşist terörün dozunu arttırarak, karşı-devrimin sahne önündeki vurucu gücü konumuna geldi. Bu süreç kimi zaman (profesyonellik gerektiği ölçüde) doğrudan kontr-gerillanın, kimi zaman da sonuçta yine bunun uzantısı olan sivil MHP unsurlarının gerçekleştirdiği saldırılarla karakterize oldu. MHP’nin temel stratejisi, özellikle taşra kentlerinde baskı ve terör yoluyla siyasi hegemonya kurmak, İstanbul ve İzmir gibi büyük şehirlerde zaten mevcut olan gerilimi Anadolu’ya da yaymaktı. Bu amaçla Ülkü Ocakları Derneğinin yanında yeni faşist kitle örgütleri kurmaya girişti. Bunlar arasında Ülkücü İşçiler Derneği, Ülkücü Teknik Elemanlar Derneği, Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu ve Ülkücü Polisler Birliği en bilinenleridir. Aynı zamanda TÖB-DER’e ve CHP’ye yönelik saldırılara girişiliyor, solun Anadolu kentlerinde giderek artan etkisi önlenmeye çalışılıyordu.
1976 yılına gelindiğinde ana hedef devrimcilerin etkin olduğu üniversiteler ve okullardı. Ocak ayında İTÜ’de başlayan saldırılar ODTÜ ve Hacettepe’de devam etti. Hatta Hacettepe Üniversitesi geçici olarak ülkücülerce işgal edildi. İzmir’de, Eskişehir’de, Adana’da ve Gaziantep’te ülkücü-faşistler devrimci öğrencilere yönelik pek çok saldırı gerçekleştirdiler. Tüm bu olaylarda polis de ülkücülerle birlikte hareket ediyor, çoğu zaman da devrimcilerin üzerine ateş açarak ülkücülere destek veriyordu. ’76 yılı ortalarından itibaren saldırıların kapsamı genişlemeye, hedef tahtasına devrimci öğrencilerin yanı sıra öncü işçiler ve solcu olduğu bilinen kişiler de alınmaya başlandı. Okulların yanında fabrikalar ve devrimcilerin etkin olduğu mahalleler de çatışma alanı haline gelmişti. Devrimcilerin oturduğu evlere baskınlar düzenleniyor, işçiler kurşunlanıyor, insanlar sokak ortasında vuruluyordu. Yıl boyunca süren faşist saldırıların sonucunda 100’den fazla devrimci ve solcu hayatını kaybetti.
Kontr-gerillayla iç içe ülkücü-faşist terör, 1977 yılında da olanca hızıyla devam etti. İlk beş ayda 157 kişi ülkücüler tarafından katledildi. CHP’nin seçim konvoylarına ve toplantılarına sayısız baskın düzenlendi, hatta Ecevit’in de içinde olduğu seçim otobüsü tarandı. İş, İzmir havalimanında Ecevit’e suikast düzenlenmesine kadar vardırıldı. Suikast ile aynı gün İstanbul’un farklı yerlerinde bombalama eylemleri düzenlendi. Ancak provokasyonların en büyüğü 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilecekti. DİSK’in öncülüğünde düzenlenen ve 500 bine yakın insanın katıldığı mitingin sonuna doğru kitlenin üzerine yaylım ateşi açıldı, bombalar patladı, çıkan kargaşada ve açılan ateş sonucu 37 işçi hayatını kaybetti. Olayın, ülkücü-faşist kadrolardan ve Özel Harp Dairesinden seçilerek oluşturulmuş ekiplerce gerçekleştirildiği ve bizzat CIA’nın da işin içinde olduğu, saldırının burjuva devlet aygıtının en tepesinde bulunan cumhurbaşkanı ve genelkurmayın da bilgisi dahilinde yapıldığı sonradan anlaşılacaktı.[4]Önü alınamaz bir şekilde yükselen devrimci sınıf hareketinin temsilcisi olarak görülen DİSK ve ona bağlı işyerleri de MHP’nin başlıca hedefleri arasındaydı. İsdemir, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Tariş, Ataş ve Aliağa rafinerileri, Erdemir ve Ant-Birlik gibi büyük işletmelerin hepsinde devrimci-solcu işçilerle ülkücü-faşistler arasında çatışmalar yaşandı. Grevlere ve sendika binalarına yönelik çok sayıda saldırı düzenlendi, işçilerin bindiği servis otobüsleri otomatik silahlarla tarandı. Grev kırıcılığında yaygın bir şekilde kullanılan ülkücüler işadamlarından ciddi yardımlar görüyorlardı. DİSK’le giriştiği amansız mücadelede MESS için ülkücülerin özel bir yeri vardı. Bu ilişkileri sağlayan kişi ise Turgut Özal’dı. Özal, MESS üyesi işadamlarından (Halit Narin, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı vb.) para toplayarak bunları Türkeş’e bizzat iletiyor, siyasi açıdan da MHP’ye yakın duruyordu.
Böylelikle 1977 yılının sonlarına gelindiğinde, Türkiye artık yeni bir dönemece giriyordu. 12 Eylül 1980’e kadar sürecek olan bu dönemde siyasetteki tüm güçler uçlara doğru kayıyor, toplumda tam anlamıyla bir saflaşma yaşanıyordu. Geçen her gün, içine sığan olayların yoğunluğu, hızı ve zamanın temposu nedeniyle adeta birkaç yıl gibi yaşanıyordu. Kısacası Türkiye’de devrimci bir durum söz konusuydu. Yıllardır bu tehlikeye karşı hazırlanan burjuvazi, ordusuyla, polisiyle ve faşist örgütleriyle devrimci harekete yükleniyor ve onu boğmaya çalışıyordu. Ülkücü-faşistler solun varolduğu her yerde onların karşısına çıkıyor, çoğu durumda sayıca az olmalarına karşın devletin kolluk kuvvetlerinin de desteğiyle ve tamamen terör-şiddet yöntemleriyle denetimi ele geçirmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla ’78 yılını karşı-devrimci terörün hız kazandığı bir dönemeç noktası olarak tespit etmek yanlış olmaz. Devrimci ve solcu insanlara yönelik siyasi cinayetlerin alabildiğine arttığı, toplu katliamların ve vahşi bir terör dalgasının her yanı sardığı bu sürecin iki çıkışı vardı; devrim ya da karşı-devrim.
1977 Aralığında CHP’nin bir gensoruyla 2. MC hükümetini devirmeyi başarması, aynı zamanda MC hükümetlerinin toplumsal muhalefeti bastırmadaki yetersizliğinin de bir kanıtıydı. Ecevit bu kez hükümeti kurdu, fakat ne onun devrimci hareketi yolundan saptırmaya çalışan ve kitlelere yalancı umutlar dağıtan sahte “sol” söylemi, ne de burjuva devleti arkasına almış olan ülkücü-faşist hareketin saldırganlığı, toplumun en derinlerinden gelen bu kabarışı bastırmaya yetecekti. Bunun başarılması için çok daha fazlası gerekiyordu. Burjuvazinin kontr-gerilla örgütüyle birlikte hazırladığı iç savaş stratejisinin bir uygulayıcısı olan MHP’nin ilk eldeki amacı, ülkede genel bir sıkıyönetim ilan edilmesi ve böylece daha otoriter bir rejime giden ilk adımın atılmasıydı. MHP, bu amacına uygun olarak dozunu arttırdığı faşist terörü ülke geneline yaymaya çalışacak, hedef gözetmeyen yahut sıradan insanları da hedef tahtasına oturtan eylemlere ağırlık verecek, en önemlisi de kitle katliamlarına girişecekti. Böylece parlamenter rejimin tıkanacağını ve kendisinin de iktidar ortağı olduğu faşist bir rejimin kurulacağını düşünüyordu.
Açılış 1978’de 16 Mart katliamı ile yapıldı. Beyazıt’ta üniversite çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldı. Olay yerinden kaçışan öğrencilere de polis tarafından yaylım ateşi açıldı. 7 kişi öldü, 100’den fazla insan yaralandı. Üç gün sonra “başbuğ” Türkeş İzmir’de yaptığı konuşmasında “büyük yürüyüş”ü başlattığını ilan etti. [5] Bu açıklamanın ardından Malatya, Adıyaman, Maraş, Tokat, Muş, Elazığ, Erzurum, Iğdır ve Urfa gibi birçok orta ve doğu Anadolu kentinde Alevilere ve solculara yönelik saldırılar gerçekleştirildi. Özellikle Alevi ve Sünni nüfusun iç içe yaşadığı yerlerde bu ayrım körükleniyor, Sünni kesim “Alevi-komünistlere karşı cihada” çağrılıyordu. 17 Nisanda Malatya’nın sağcı belediye başkanı, (sonradan anlaşılacağı üzere, ülkücüler tarafından gönderilen) bombalı bir paketin patlatılması neticesinde öldürüldü. Kentte oluşan gerginlikten faydalanan ülkücü-faşistler muhafazakar halkı kışkırttılar ve solculara-Alevilere ait ev ve işyerleri tahrip edilmeye, yakılıp yıkılmaya başlandı. Gerici-faşist güruh, karşısına çıkan “Alevi-komünistleri” linç ediyor, kimisini de oracıkta öldürüyordu.
Ağustos ayında Ankara Balgat’ta devrimcilerin gittiği dört kahvehane ardı ardına tarandı, Mamak’ta bir belediye otobüsü aynı şekilde otomatik silahlarla yaylım ateşine tutuldu. Eylül ayında bu kez Sivas’ta “komünistler camiyi bombaladı” diyerek yapılan provokasyon sonucu, birçok Alevi-solcu insanın hayatını kaybettiği saldırılar düzenlendi. Saldırılar gittikçe profesyonelleşiyor ve planlı hale geliyor, çevre illerden getirilen ülkücü-faşistlerle takviyeler yapılıyor, hatta polisten ve ordudan destek alınarak silah ve cephane önceden temin ediliyordu. 9 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi 7 genç, telle boğularak hunharca katledildi. Eylemi, 16 Mart katliamını da yöneten ÜGD genel başkan yardımcısı Abdullah Çatlı bizzat organize etmişti. Katliamda, “İdi Amin” lakaplı faşist katil Haluk Kırcı ve birçok başka ülkücü-faşist de yer almıştı. Eylem sonrası yakalanan ve suçunu itiraf eden Haluk Kırcı’nın bir gün sonra, Abdullah Çatlı’nın ise ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılması ve yakalanamayan diğer katillerin daha sonra da pek çok cinayette tetikçilik yapmaları ise, devletin bu faşist saldırılardaki suç ortaklığının kanıtlarından biriydi.Faşist MHP’nin burjuva devletin iç savaş aygıtıyla işbirliği içinde yürüttüğü katliam ve provokasyonların ardı arkası kesilmiyordu. Sıradan insanların da hedef haline getirilmesi ve her gün onlarca insanın hayatını bu saldırılarda kaybetmesi, toplumda can güvenliği sorununun yakıcı biçimde hissedilmesine yol açmış ve kitlelerde biran önce düzenin sağlanması isteğini uyandırmıştı. MHP sürekli olarak hükümetteki CHP’yi suçluyor ve sıkıyönetim ilan edilmesi yönünde çağrılarda bulunuyordu. Böylece parlamenter rejimin “anarşi ve terörü” önleyemediğini göstererek faşist rejimi kaçınılmaz hale getirmeye uğraşıyordu. Burada tamamını sayamayacağımız kadar çok saldırı ve provokasyon gerçekleştiren MHP’nin “ölüm listesi” gittikçe genişliyor, birçok ilerici-demokrat aydın ve tanınmış kişi de faşist terörden nasibini alıyordu. Bu arada AP de, MHP ile girdiği kirli ittifak çerçevesinde, “Kars kalesine oraklı-çekiçli kızıl bayrak çekildiği” söylentisini vesile ederek tüm ülkede “bayrak mitingleri” başlatmıştı. Bu kampanya, MHP’nin elini oldukça rahatlattı ve faşist söylemin kitlelerde yankı bulmasını kolaylaştırdı. Yıl boyunca 23 ilde gerici ayaklanmalar yaşandı ve toplam 1072 insan hayatını kaybetti.
Ancak MHP’yi amacına ulaştıran ve terör dalgasının zirvesini oluşturan eylem, 19 Aralık 1978’de gerçekleştirilecek olan Maraş katliamıydı. Sovyet aleyhtarı bir filmin oynadığı sinema salonu ülkücü-faşistlerce bombalandı ve galeyana getirilen kalabalık sloganlar eşliğinde, Alevilerin ve solcuların yaşadığı semtlere doğru yürüyüşe geçti. Saldırılar ve çatışmalar kısa sürede tüm kente yayıldı. Faşist ve gerici güruh, kadın, çoluk-çocuk demeden insanları öldürmeye, diri diri yakmaya, ırza geçmeye, baltalarla ve satırlarla parçalamaya başladılar. Hastaneler bile kuşatılarak yaralılar öldürülüyor, insanların toplu halde bulunduğu mekânlar ateşe verilerek, otomatik silahlarla taranıyordu. Vali sokağa çıkma yasağı ilan etmesine rağmen saldırgan güruh durmadı. Polis olaya seyirci kalıyor, askerler ise kışlalarından çıkmıyordu. 5 gün süren katliam sırasında 200’ün üstünde insan katledildi, 500’ü aşkın kişi de yaralandı. Maraş katliamı, Nazi vahşetini bile aratmayan yöntemlerle üç yaşındaki çocukları gözünü kırpmadan öldüren, hamile kadın ve yaşlıları bile satırlarla doğrayan, İslamın şartlarını sayamayanları üzerlerine benzin dökerek yakan faşist barbarlığın nasıl kanlı bir provokasyonun parçası olduğunu apaçık göstermiştir. Son derece kasıtlı ve (CIA, MİT ve Özel Harp Dairesi ile birlikte) önceden tasarlanmış bir plana göre yürütülen bu katliam sonucunda faşist MHP amacına ulaşmış ve Ecevit hükümeti 13 ilde sıkıyönetim ilan etmiştir.
Ne var ki, beklentilerinin aksine sıkıyönetimin ilanı faşist güçleri tatmin etmedi. Faşist terör ve kıyımlar ülkeyi bir cehenneme çevirse de, devrimci güçlerin anti-faşist direnişi daha da büyümüş ve özellikle Maraş katliamı sonrasında kitlelerde MHP’ye karşı ciddi bir tepki oluşmuştu. Öte yandan MHP, Demirel’in 1979’da kurduğu azınlık hükümetine (3. MC olarak anılacaktı) dışarıdan verdiği desteğe rağmen burjuvazinin kendisini bir iktidar alternatifi olarak görmediğini iyiden iyiye hissetmeye başlamıştı. Bu durumda MHP açısından iktidara gelmenin tek yolu kalıyordu, o da “yetki ve sorumluluğun askeri yönetime devredileceği” bir darbe yoluyla iktidara ortak olmaktı. Ordunun işbaşına gelmesi için en çok çaba sarfeden kendisi olduğundan, böylesi bir faşist rejimin hayata geçmesi halinde MHP’ye ortaklık teklif edileceğine dair parti içinde güçlü bir inanç besleniyordu. Bu yüzden MHP yönetimi, bir yandan ordu içindeki MHP yanlısı subaylarla (başta General Nurettin Ersin olmak üzere) ilişkileri sağlamlaştırmaya ağırlık verirken diğer yandan da sıkıyönetimin bile yetersiz kaldığı hissiyatını uyandıracak kör bir terör dalgasıyla toplumu altüst etmeye yönelik faaliyetlere girişecekti.
1979 yılı içinde de birçok faşist saldırı yaşandı. Bunlar arasında hafızalara kazınan birisi Ankara Piyangotepe katliamıydı. 16 Mayıs 1979 gecesi, Piyangotepe semtinde ülkücüler solcuların gittiği bir kahveyi tarayarak 7 kişiyi öldürmüş ve 10 kişiyi yaralamışlardı. Faşist terör, şiddetini arttırarak 1980 yılında da yükselişini sürdürdü. Faşistler kaçırdıkları devrimcileri naylon iplerle, tellerle boğarak insanlık dışı işkencelerle öldürüyor, tecavüz ediyor, cesetlerini çuvallara koyup boş arazilere bırakıyorlardı. Özellikle ülkücü hareketin önemli liderlerinden Gün Sazak’ın öldürülmesi üzerine tüm ülkede kanlı saldırılar, gerici ayaklanmalar, boykotlar düzenlendi. Ülkücü-faşist kadroların giriştikleri şiddet eylemleri, MHP liderliğinin bile kontrolünden çıkmış durumdaydı. Temmuz ayında Fatsa’da ve Çorum’da ülkücü-faşistler devletin kolluk güçleriyle birlikte devrimcilere karşı yine işbaşındaydılar. Milletvekillerinden profesörlere, gazetecilerden cumhuriyet savcılarına kadar pek çok kişi suikastlar sonucu öldürüldü. Kurbanlardan birisi de DİSK genel başkanı Kemal Türkler’di. Türkiye işçi hareketinin önderlerinden Kemal Türkler, 20 Temmuz 1980’de uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. İstanbul’da düzenlenen cenaze törenine 1 milyona yakın insan katıldı. Türkler’in ve daha pek çok faşizm kurbanının ölüm emrini ise bizzat “başbuğ” Türkeş vermişti.Sonuç olarak 1970-80 arası dönemde, devrimcilerden, solculardan ve öncü işçilerden oluşan 4000’den fazla insan faşist terörün kurbanı oldu. MHP, bu on yıllık süre içerisinde etkisi altına aldığı küçük-burjuva ve lümpen kesimleri örgütleyip askerileştirmiş, burjuva düzenin kontr-gerilla gibi gizli güçleriyle işbirliği içinde, işçi sınıfının militan grevlerini kırmak, önde gelen temsilcilerine saldırılar düzenlemek ve genelde pek çok devrimciyi öldürmek üzere harekete geçirmiş ve bu anlamda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmişti. Devrimci hareket açısından bilânço ağırdı. Faşist terörün tırmandırdığı siyasal ve toplumsal gerilim, kriz içindeki burjuvazinin istediği biçimde bir askeri-faşist darbe için gerekli ortamı hazırlamıştı. Nihayet 12 Eylül 1980 günü ordu faşist darbeyi gerçekleştirerek, MHP’yi de dışlayan bir askeri-faşist diktatörlüğü bizzat kurdu.
Kendi içerde, fikri iktidarda olan MHP:
12 Eylül 1980 faşist darbesini gerçekleştirenler, bunun sebebi olarak genelde “kardeşin kardeşi vurduğu, sağ-sol çatışmasının alabildiğine yayıldığı anarşi ve terör ortamına son vermek, toplumdaki barış ve huzurun tekrar tesis edilmesini sağlamak” demagojisini kullanmışlardır. Oysa ’80 öncesinde yaşanan şey “sağ-sol çatışması” ya da faili meçhul “anarşi ve terör olayları” değil, bizzat burjuva devlet aygıtının desteği ve yönlendirmesi ile tırmandırılan faşist terör dalgasıydı. Darbenin amacı da topluma “barış ve huzur” getirmek değil, işçi sınıfının devrimci hareketini ezmek ve devrim tehlikesini bertaraf etmekti. Neticede bu amaca ulaşıldı. 12 Eylül faşist diktatörlüğü toplumun üzerinden bir silindir gibi geçti ve faşizmin insanlık için ne büyük bir belâ olduğunu Türkiyeli işçi-emekçi sınıflar da görmüş oldu. Burjuvazinin bu karşı-devrimci iktidarını kurmasında en önemli rolü hiç kuşkusuz MHP oynamıştır.Fakat 12 Eylül darbesinin ertesinde yaşananlar hiç de MHP’nin beklentilerine uymuyordu. Deyim yerindeyse hareket içinde ciddi bir şok dalgası yayılmaya başladı.
12 Eylül karşı-devrimci askeri darbesi ordunun emir komuta zinciri içinde tepeden indiğinde, darbeye ortamı hazırlamış bulunan özel faşist birliklere de MHP’ye de artık ihtiyaç kalmamıştı. Ve darbenin mayalanma döneminde paramiliter çeteleriyle işlevini yerine getiren MHP lideri Türkeş de içeri tıkıldı. Türkeş ve avenesi, ortamı olağanüstü yönetim için hazır hale getirmişlerdi. Fakat 12 Eylül olağanüstü rejimi, iktidarını bu sivil faşist örgütlenmeyle değil, ordu üst kurmayını temsilen faşist bir askeri cunta ile sürdürecekti. Bu nedenle Türkeş’in, “kaderin” kendine ettiği bu oyuna fena içerlediğini ve “fikirlerinin iktidarda kendilerinin ise hapiste oluşundan” sık sık yakındığını hatırlatalım. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., s.257)
Ülkücü kadrolar büyük bir şaşkınlık içerisindeydiler. Türkeş dâhil beş yönetici için idam cezası istenmiş ve büyük çoğunluğu beraatla sonuçlansa da pek çok ülkücü hapse atılarak yargılanmıştı. Ülkücü kadrolar, uğruna canla başla savaştıkları davayı kazandıkları halde neden içeride olduklarını bir türlü anlayamıyorlardı. Onların deyimiyle “Türk’ün Türk düşmanlarıyla aynı zincire vurulması” ve dokuz ülkücünün asılması, ülkücü camianın hafızasına kazındı.
Ancak ülkücü-faşist kadroların da tıpkı devrimciler gibi baskı ve işkence gördüklerini asla düşünmemek gerekir. Bu iddia uydurmacadan ibarettir. Faşist cuntanın başı Kenan Evren’in “bir sağdan bir soldan” söylemine rağmen 9 ülkücüye karşılık 18 devrimci asıldı. Gözaltına alınan veya tutuklanan ülkücülerin sayısı birkaç bini geçmiyordu, oysa ülke çapında 750 bin insan devrimci yahut sol görüşlü olduğu gerekçesiyle içeri alınmış ve işkence tezgâhlarından geçirilmişti. Bu tutuklamalar ve gözaltılar sırasında çıkan çatışmalarda ve işkencede ölen 200’ü aşkın kişinin tamamı devrimcilerden oluşuyordu. Devrimciler “siyasi suçlu” olarak çok daha ağır bir ceza kanununa tâbi tutulurlarken, ülkücüler “adi suçlu” olarak yargılanıyor, hem daha az ceza alıyor hem de askeri Yargıtay tarafından açıkça kollanıyorlardı. Hakkında idam hükmü verilmiş birçok ülkücü-faşist askeri Yargıtay tarafından serbest bırakılmıştır. Rejimin hapishanelerde yürürlüğe koyduğu sözde “karıştır-barıştır” uygulaması da gerçekte devrimcileri faşistlere kırdırma politikasından başka bir şey değildi. Zaten tutuklanan ülkücülerin önemli bir kısmı da sokaktaki eylemcilerdi. Devlet aygıtı içindeki ülkücülere dokunulmadığı gibi, rejimin en güvenilir kadrolarını da bunlar oluşturuyordu. Özellikle polis içindeki ülkücü-faşistler, devrimcilere uygulanan sistematik işkencenin baş aktörleriydiler. Bu faşist katiller yüzünden yüzlerce devrimci militan hayatını kaybetti ya da sakat kaldı. Bu durum, darbe sonrasında da burjuva devletin pis işlerini ülkücü-faşistlere gördürmeye devam ettiğinin önemli bir göstergesidir. 12 Eylül rejiminin niyeti, bu “anti-komünist talim ve terbiye görmüş” hazır kadroları kendine entegre etmek ve kullanmaya devam etmekti.Dolayısıyla ilk şok çabuk atlatıldı. Türkeş ve diğer MHP yöneticileri çözülmeyi ve dağılmayı önlemek için hareketi 12 Eylül rejimiyle özdeşleştirmeye çalıştılar. “Fikri iktidarda kendi zindanda” deyişi, bu anlayışın özlü bir ifadesidir. Bu özdeşleştirmenin başarılı olduğunu söylemek mümkündür. İçerdekiler bunun dava uğruna ödenmesi gereken bir bedel olduğunu düşünürlerken, dışarıdakiler de 12 Eylül rejiminin kendilerine verdiği yeni görevleri yerine getiriyorlardı. Ülkücüler ’80 öncesinde yaptıklarını, “devlete ve bayrağa yapılan saldırılara direnen ülkücülerin milli refleksi” şeklinde meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. 12 Eylül rejiminin resmi ideolojisini de büyük ölçüde, faşist entelijansiyanın toplandığı Aydınlar Ocağı oluşturdu; Kemalizmin faşizan yorumuna eklemlenmiş bir Türk-İslam sentezi. Bu sentez, dağınık haldeki ülkücü harekete en azından ideolojik düzeyde toparlanma imkânı verdi ve rejimle özdeşleşmede kolaylık sağladı. Zaten 12 Eylül anayasasının taslağını hazırlayan da bu çevrelerdi. Böylece hem toplumsal meşruiyet oluşturmaya çalışan faşist rejimin ihtiyacı görülüyor hem de ülkücü hareketin döneme özgü ihtiyaçlarını karşılayan ideolojik bir çerçeve oluşturuluyordu. Özal dönemine gelindiğinde toplumun neredeyse her kademesine hâkim kılınan bu çerçeve, uluslararası konjonktüre de uygundu. ABD emperyalizminin “yeşil kuşak” stratejisi içinde yer alan “ılımlı İslam” projesiyle örtüşüyordu.12 Eylül’ün ardından, MHP ve ülkücü-faşist harekette görülen dağınıklık hali 90’lı yıllara kadar devam etti. Ülkücü hareket pek çok fire verdi. MHP’nin üst düzey kadrolarının da yer aldığı bir grup, ’83 seçimleri öncesinde kurulan Özal’ın ANAP’ına geçtiler ve bu yolla 30 kadar eski MHP’li meclise taşındı. Birçoğu da İslami harekete geçen ülkücülerin geride kalanları, Türkeş’in onayıyla 1983’te Muhafazakâr Partiyi (MP) kurdular. 1985’te partinin ismi değiştirilerek Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) yapıldı. Darbe ortamının nispeten yumuşamasıyla birlikte ülkücüler de bildik siyasi çizgilerine yavaş yavaş geri dönüyorlardı. Darbe sonrası içeri atılan siyasilere yönelik seçim ve siyaset yasağının 1987 yılında kalkması sonucu Türkeş tekrar partinin başına döndü. Partinin genel sekreterliğine de Devlet Bahçeli getirildi. 1993 yılına kadar parti içi çekişmelerle uğraşan Türkeş, o yıl MHP’yi tekrar kurarak kendisine muhalif olan bütün unsurları partiden temizledi. Kısa bir süre sonra da Muhsin Yazıcıoğlu önderliğindeki Türk-İslam ülkücüleri ayrılarak Büyük Birlik Partisini (BBP) kurdular. [6] Böylece ülkücü-faşist hareketteki ilk büyük ayrışma da tamamlanmış oluyordu.
Ülkücü mafya işbaşında:
Ülkücü hareketin üst düzey kadrolarını ve devlet aygıtları içinde istihdam edilmiş ülkücüleri bir yana bırakırsak, 12 Eylül sonrasında “sokaktaki ülkücü” için tam bir “boşlukta kalma” durumu söz konusuydu. Bu boşluğu mafya doldurdu ya da başka bir deyişle mafya âleminde oluşan boşluğu ülkücü-faşist kadrolar doldurdular.
Ülkücü-faşist hareketin mafya âlemiyle olan ilişkisi aslında 70’li yıllara dayanır. MHP’nin silahlı faşist çetelerinin başında bulunan Muhsin Yazıcıoğlu, Abdullah Çatlı, Mehmet Gül, Mehmet Şener ve Yalçın Özbey gibi isimler, mafya ile iç içeydiler ve bir yandan kaçakçılık yoluyla harekete silah ve cephane sağlıyor diğer yandan da ciddi maddi gelir elde ediyorlardı. Mafyanın önde gelen isimleriyle (Abuzer Uğurlu, “Oflu” İsmail, Osman İmamoğlu, Bekir Çelenk vb.) bizzat Türkeş’in yakın siyasi ve“iş” ilişkileri vardı. Bu mafya babaları MHP’ye hatırı sayılır para yardımında bulunuyor, silah ve cephane tedarik ediyor, ülkücü-faşist kadrolara lojistik destek sağlayarak zaman zaman yurtdışına çıkışlarını örgütlüyor, boşta kalan ülkücüleri besliyorlardı. Bu ilişkiler sonradan ülkücü mafyanın da temelini oluşturacaktı.
Ayrıca silahlı çeteler şeklinde örgütlenmiş olan ülkücü hareket içinde pek çok şef de, mafyadan ve işadamlarından “götürü” usulü iş alıyor, hem “nafakasını çıkartıyor” hem de faşist harekete kaynak aktarıyordu. Bu şekilde işadamlarından toplanan paralar ve sık sık yapılan soygunlardan, yardım adı altında toplanan haraçlardan ciddi bir gelir sağlanıyordu. Hareketin mafya ile ilişkileri geliştikçe iş büyümeye başlamıştı. 70’lerin sonlarına doğru uyuşturucu kaçakçılığından elde edilen gelir MHP’nin maddi gelir kaynakları içinde önemli bir yer tutmaya başladı. Dönemin Avrupa Türk Federasyonu başkanı olan ve mafya ile ilişkilerin temelini atmış isimlerden biri olan Lokman Kondakçı, itiraflarında, “parayı bulmanın en kolay yolu eroindir, kilosu 35-40 bin marktır” diyerek işi nasıl örgütlediklerini anlatıyordu.
Mafya âleminde işler, 12 Eylül darbesiyle birlikte bir süreliğine kesintiye uğradı ve daha da önemlisi faşizmin baskıcı ortamında çoğu “mafya babası” işten elini ayağını çekerek “işadamı” kimliğine büründü. Oysa iş dünyasının da, devletin de mafyaya ihtiyacı vardı. 1982 yılının yaz aylarında “bankerler skandalı”nın patlak vermesiyle birlikte bu ihtiyaç aleni bir hal aldı. Yasal yollarla tahsilâtı mümkün olmayan milyarlarca liralık çek ve senet, ihtiyaç duyulan bir “hizmet sektörü”nü doğurdu. 12 Eylül’ün tasfiye ettiği geleneksel babalardan doğan boşluğu, silahlı adamı bol olan ülkücüler doldurdu. Faşist çeteler ülkücü mafya mangalarına, çete reisleri babalara, ülkücü-faşistler de hızla mafya tetikçilerine dönüştüler. Bu onların faşist ruhuna en uygun işti. Ne de olsa adam kaçırma, yaralama, öldürme, işkence etme, soygun ve haraç toplama gibi işlere (!) alışkındılar. Böylece “aç ve açıkta kalan” ülkücüler mafyatik yapılar içinde istihdam edilerek el altında tutulmuş oluyorlardı. Ülkücü babalar devletin kolluk kuvvetleriyle olan yakın ve iyi ilişkileri sayesinde onlar tarafından kollanıyor ve önleri açılıyordu. Böylece işlerini pervasızlıkla yürüten bu ülkücü babaların mafya âlemi içinde liderliği ele geçirmeleri çok zor olmadı. Alaattin Çakıcı, Mustafa Öz (ve sonradan Sedat Peker) gibi isimler ülkücü mafyanın başına geçtiler.Bu süreçte devletin ülkücü mafyayı himaye etmesinin ve ona göz yummasının ikili bir sebebi olduğu düşünülebilir. Öncelikle devlet, 12 Eylül’le bir kenara attığı ülkücü-faşist kadrolara yeni bir kazanç kapısı açarak adeta onları ödüllendiriyordu. Diğer taraftan mafyanın kontrolünü de ülkücüler sayesinde elinde tutuyordu. Özellikle 90’lı yıllarda ülkücülerin Kürt hareketiyle yürütülen savaşta aktif biçimde yer almaya başlamasıyla birlikte, devlet ve ülkücü mafya arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve karmaşıklaştı. Devlet destekli ülkücü mafya, Afganistan’dan Avrupa ve Amerika’ya uzanan uyuşturucu trafiğini tamamen kontrolüne aldı. Uyuşturucu trafiğinde Özel Timci ülkücüler görev alıyor, nakliyat askeri araçlarla sağlanıyordu. Nitekim sonradan Susurluk kazasıyla ortaya saçılan bu ilişkiler, devletin ve ülkücü mafyanın nasıl da iç içe geçtiğini ve uyuşturucu ticareti de dâhil olmak üzere her türlü mafyatik işin burjuva düzenin asli bir parçası olduğunu açık biçimde göstermiştir. İlerleyen yıllarda bu kârlı kazanç azalmış olsa da tam anlamıyla kurumadı. Uyuşturucu ticaretine insan kaçakçılığı da eklendi.
Değişen görevler ve değişmeyen MHP:
’80 sonrasında burjuva devletin ülkücü hareketle teması mafya ilişkileriyle sınırlı kalmadı. 90’lı yıllarda Kürt sorununun bir savaş düzeyine ulaşmasıyla birlikte burjuva devlet bir kez daha ülkücü hareketi yardıma çağıracaktı. [7] Kürt ulusal hareketinin yükselişine karşı bir imha ve inkâr siyaseti izleyen devlet, bu çerçevede milliyetçi ve şoven bir politikayı da körüklüyordu. İdeolojik ve politik açıdan devlet ile tekrar yakınlaşma içerisine giren MHP’nin yıldızı da tekrar parlamaya başladı. Burjuvazinin tüm ideolojik aygıtlarıyla birlikte giriştiği bu kampanya sonucu yaratılan milliyetçi dalganın tepesine MHP oturdu. Kürt hareketine tepki duyan kesimlerin oluşturduğu potansiyelin önemli bir kısmı MHP’ye oy, kitle tabanı ve kadro olarak akmaya başladı. MHP her zaman Kürt sorununda inkâr ve imha politikasını benimsemiş, Kürt halkına yönelik ırkçı, aşağılayıcı, dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı bir tutum izlemiştir. Faşist yazar-çizer takımı bir yandan Kürtlerin “aslında Türk” olduklarını kanıtlamaya çabalarken, bir yandan da Kürtlerin “şeytan soyundan geldiği”ni iddia eden akademik (!) çalışmalar ortaya koyuyor, Newroz’un bir Türk bayramı olduğunu iddia ediyorlardı.Kürt sorununun çözümüne yönelik öneriler de aynı anlayışın devamı niteliğindeydi. Kürdistan’ı ve Kürt halkını toptan yok etmekten tutun da, Kafkas Türklerinin yüz binlik gruplar halinde bölgeye yerleştirilmesine kadar pek çok saçma fantezi havada uçuşuyordu. Parti sözcüleri sürekli olarak, “1980 öncesinde nasıl ki komünizmi biz önledikse, şimdi de ülkeyi bölünmekten ancak ülkücü hareket kurtarır” söylemini işliyorlardı. Türkeş, “yetki versinler bir tim göndererek Apo’nun kellesini getireyim” derken kurmayları da “terörü bir yıl içinde bitiririz” diye beyanlarda bulunuyorlardı. Her fırsatta, Kürt meselesindeki en katı ve tavizsiz siyasi partinin kendisi olduğunu vurgulayan MHP, asker cenazelerinin karşılanması törenlerini propaganda kampanyalarına dönüştürüyor, spor karşılaşmalarından resmi kutlamalara kadar her olayı gövde gösterisine çevirmekten geri durmuyordu. O yıllarda sıkça yapılan devrimci örgütlere yönelik polis baskınlarının ardından, MHP’li gruplar ellerinde bayraklarla polise tezahüratlar yapıyorlardı. Ülkücü hareket kendisinin bile ummadığı bir popülerlik kazanmaya ve taşranın yanı sıra büyük şehirlerde de güç kazanmaya başlamıştı. Kürt düşmanlığının dozunu iyice arttıran MHP’li gruplar, özellikle bazı batı kentlerinde Kürtlere yönelik saldırılar organize etmeye başladılar.
Türkeş, “milli refleks” söylemini tekrar dillendirmeye, demokratik ve siyasi çözüm isteyenleri vatan haini ilan etmeye başlamıştı. Ama en önemlisi, PKK ile mücadelede “gayri nizami harp” yöntemlerinin kullanılması gerektiğini ve ülkücü-faşist kadroların göreve talip olduğunu söylemesiydi. Nitekim 1993 yılında polis bünyesinde Özel Harekât Dairesi kuruldu ve buna bağlı olarak da kamuoyunda Özel Tim olarak anılan birlikler oluşturulmaya başlandı. Ağır silahlarla donatılan ve gerilla eğitimi alan bu birliklerin tamamına yakını ülkücü-faşistlerden temin edilecekti. Böylece uzun bir aradan sonra ülkücü hareket devletin iç savaş aygıtıyla tekrar ve üstelik bu kez çok daha üst düzey ilişkiler kuruyor, devlet hizmetine geri dönüyordu. 90’ların sonuna gelindiğinde binlerce Özel Tim elemanının tamamına yakını MHP referanslıydı. Bu birlikler ilk dönemlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sol örgütlere karşı yürütülen “yargısız infaz” operasyonlarında yer aldılar. Daha sonra bölgeye gönderilen bu faşist katiller sürüsü, öldürdükleri gerillaların kulaklarını-burunlarını keserek, Kürt halkına karşı son derece zalimce davranarak, 3000’i aşkın insanı “faili meçhul” cinayetlerle yok ederek, adam kaçırıp işkence yaparak, kısacası ’80 öncesi devrimcilere uyguladıkları faşist terörü bu kez de Kürt halkına karşı yürüterek uğursuz rollerini bir kez daha oynayacaklardı.
Bu süreçte yıldızı iyice parlayan MHP, SSCB’nin çökmesiyle birlikte emperyalistlerin av sahasına dönüşen Kafkasya’da da devlet adına görevler aldı. Türkî cumhuriyetlerin yönetimleriyle ve istihbarat birimleriyle “samimi” ilişkiler kuruluyor, Ermenistan’la savaş halinde olan Azerbaycan’da ülkücü gönüllülerden ve kontr-gerilla subaylarından oluşan bir “Bozkurt Taburu” oluşturuluyor, bu tabur Bakü’de yaşayan Ermeni nüfusa karşı girişilen etnik temizlik hareketinde başı çekiyordu. Hatta iş ilerletilerek Bakü yakınlarında oluşturulan “Rüzgâr” kampında, çevre ülkelerden toparlanan “vatansever” gençlere askeri-siyasi eğitim verilmeye ve yetiştirilen birlikler Ermenistan sınırını geçip sabotajlar yapmaya başlamışlardı. Hızını alamayan ülkücüler, işi dört kez darbe tezgâhlamaya kadar götürdüler, fakat 1994 yılında Haydar Aliyev’in Türkiye yanlısı Elçibey’i safdışı etmesiyle birlikte bu bahis kapanmış oldu.
Ancak 90’lı yılların sonlarına doğru PKK ile yaşanan sıcak savaşın sönümlenmesiyle birlikte ülkücü-faşist kadrolar da kızağa çekildi. Ordu, başından beri varlığından rahatsız olduğu Özel Tim’e karşılık JİTEM’i kurdu. Ordu kurmayları, ağır silahlarla donatılmış ve denetimleri dışındaki böylesi bir gücün daha fazla palazlanmasını istemiyorlardı. Bu yüzden de 28 Şubat süreciyle birlikte (Susurluk Olayını da çok iyi kullanarak) Özel Tim’i tasfiye ettiler. Bu bakımdan, 28 Şubat’ta ordunun açıkladığı Milli Siyaset Belgesinde ülkücü hareketin “milli tehdit” olarak yer alması çarpıcıdır. Böylelikle ülkücü-faşist hareket, çizmeyi aşmaması için ikaz edilmiş oluyordu. Her şeyin üst üste geldiği 1997 yılı, hareketin tarihsel önderi olan “başbuğ” Türkeş’in ölümüyle birlikte parti içinde kısa süreli de olsa bir fetret devrinin yaşanmasıyla kapanacaktı. Yerine kimin geçeceği bir tarafa, 2,5 milyon doları aşan kişisel serveti de kavga konusu olmuştu. Bu servetin akıbeti tam olarak öğrenilemedi. Parti içindeki liderlik yarışını ise Devlet Bahçeli kazandı. Silahlı çatışmaların ve kavgaların hâkim olduğu kongrede, şimdilerde medyanın gözbebeği Zekeriya Beyaz’dan Doğan Öz’ün katili İbrahim Çiftçi’ye değin 7 aday yarıştı.
15 Şubat 1999’da PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte MHP için yeni bir dönem başlıyordu. Ortaya çıkan konjonktürden sonuna kadar faydalanan ve Öcalan’ın idamı için düzenlediği kampanyalarla, Kürtlere yönelik saldırılar ve linç girişimleriyle milliyetçi histeri dalgasını en iyi örgütleyen MHP olmuştu. Ülkücü-faşist hareket, Kürt hareketine karşı kazanılan zaferin asıl mimarının kendisi olduğu propagandasını yapıyordu. Bu atmosfer Nisan ayındaki erken seçimle birleşince sandıktan sürpriz bir şekilde MHP çıktı. Aldığı %18,1’lik oy oranıyla DSP’nin ardından (%22,2) ikinci parti olan MHP’nin kendisi bile böyle bir başarıyı beklemiyordu. ’80 öncesinin kanlı-bıçaklı iki partisinin devamı olan MHP ile DSP, yanlarına ANAP’ı da alarak hükümeti kurdular. Umulmadık biçimde hükümet ortağı olan MHP, hızla imaj değişikliğine yöneldi. Sermaye çevrelerine güven vermeye ve rüştünü ispat etmeye çalışıyor, “değiştiğine” ilişkin bir propagandaya girişiyordu. Daha doğrusu, burjuvazinin “değişmiş gibi görün” baskısına boyun eğerek imajını düzeltmeye çalışıyordu. Çünkü meclise giren 127 milletvekilinden yarıdan fazlasının adı ya bir cinayet davasına ya da silahlı saldırıya karışmış durumdaydı. Sermaye açısından İslamcı hareketin sahip olduğu oyların merkeze çekilmesi için bir vesile olmaktan öte anlam taşımayan (buna belki bir de Öcalan’ın “asılmayıp beslenmesinin” yaratacağı tepkiye tampon olmak vazifesi eklenebilir) hükümet ortağı MHP, adeta iki ateş arasında kalmıştı. Merkeze yaklaştıkça kendi tabanını kaybediyor, kendi tabanının sesine kulak verdikçe sermaye çevrelerinin gözünde puan kaybediyordu.
Nitekim burjuvazinin tüm çabalarına karşın koalisyon ortağı olarak kendisinden bekleneni veremeyen MHP, yükselişini de sürdüremeyerek 2002 seçimlerinde barajın altında kaldı. Böylece kendi tarihindeki en uzun süreli hükümet ortaklığı da sona eriyor ve MHP bildiğimiz orijinine doğru dönüş yapıyordu. Geriye kalan dört yıllık süreçte MHP’nin genel stratejisini ve politik hattını belirleyen temel faktör, burjuva iktidar bloku içindeki gittikçe tırmanan çatışma olmuştur. Başından beri milliyetçi-statükocu kanadın içinde yer almış olan MHP, çatışmanın kızışmasına paralel olarak tutumunu sertleştirmiş ve 2005 yılındaki Newroz kutlamalarından beri yükseltilmekte olan milliyetçi-şoven dalganın da etkisiyle eski günlerini çağrıştıran bir saldırganlığa bürünmüştür. Uzun bir aradan sonra tekrar harekete geçen ülkücü-faşist çeteler bir yandan Trabzon, Samsun, Sakarya ve Sivas gibi kentlerde devrimcilere dönük linç kampanyalarına girişmişler, diğer yandan da Kürt halkına yönelik düşmanlığı azdırarak saldırılar organize etmişlerdir.
Kriz ve emperyalist savaş atmosferindeki dünyada yaşanan genel siyasi gericileşmeyi de arkasına alan milliyetçi-şoven dalganın yükselişi devam ediyor. Seçim sürecine girilmesiyle birlikte bu eğilim, bir CHP-MHP ittifakıyla pekiştirilmeye ve bir “milliyetçi cephe” haline getirilmeye çalışılıyor. Şovenizmin yükselişi ve böylesi kanlı geçmişe sahip faşist bir partinin yeniden piyasaya sürülmek istenmesi ise, sınıf hareketi ve Kürt halkının mücadelesi açısından ciddi bir tehlikedir. Tehlikenin farkına varmanın ve ona karşı mücadelenin ön şartı, faşizmin burjuvazi açısından işlevini ve neler yapabileceğini, yani muhtevasını iyi kavramaktır. Faşizm, burjuvazi açısından vazgeçilmez bir silahtır ve ülkücü-faşist hareketin tarihi bunun en iyi kanıtıdır.
Bu açıdan bakıldığında asıl tehlike, işçi sınıfının uyanıklığı elden bırakarak gaflete düşmesi ve faşizm tehlikesinin artık eskisi gibi varolmadığı ya da onun bu topraklardaki temsilcisi olan MHP’nin değiştiği yanılgısına kapılmasıdır. Genel olarak faşizm tehlikesinin öneminden bir şey yitirmediğini önceki yazılarımızda etraflıca ele aldık. Dolayısıyla ülkücü-faşist hareketin değişimi sorununa da burada birkaç satırla değinmek yerinde olacaktır. MHP’nin olağan dönemlerdeki “ılımlılığı” kimseyi aldatmamalıdır. Bu partinin faşist niteliğinin değişip değişmediğini anlamak için siciline bakmak yeterlidir. Daha önce de “ılımlı” görünümlere bürünen ülkücü-faşist hareket, burjuvazi kendisine her ihtiyaç duyduğunda üzerindeki kuzu postunu atarak gerçek yüzünü göstermekten geri durmamıştır. Sorun MHP’nin değişiminden ziyade siyasal ve ekonomik koşulların ne yönde değiştiğidir. Bugünkü siyasi atmosfer içinde burjuvazinin faşist bir rejime ihtiyacı yoktur, ama bu bir daha olmayacağı anlamına gelmez. 70’li yıllardan bu yana burjuvazi, ülkücü-faşist çeteleri defalarca kullanmış ve sonra bir kenara kaldırmıştır. Bu bağlamda değişim iddialarına en iyi yanıt, partinin genel başkanı Devlet Bahçeli’nin 5 Kasım 2000 tarihli MHP kongresinde yaptığı konuşmasında söyledikleridir: “Milliyetçi Hareketin değişip değişmediğini, milliyetçiliğin misyonunu tamamlayıp tamamlamadığını çok merak edenlere hatırlatmak isterim ki; tarihi kökleri ve iddiaları olan güçlü hareketler, varlığını ve ayrıcalığını sürekli muhafaza ederler. Yani değişip başkalaşmazlar, ama gelişirler. Ortaya çıkan yeni ihtiyaç ve gelişmelere yeni cevaplar ve çözüm arayışları içinde olurlar.”
Faşizm burjuva rejimde köklü bir değişikliği, ciddi bir alt-üst oluşu ifade eder. Dolayısıyla faşist partilerin, olağan dönemlerde kabuklarına çekilerek dar bir alanda siyaset yapmaları da son derece olağandır. Ancak gidişatın bu biçimde sürmeyeceği ve burjuvazinin olağanüstü dönemlere hazırlandığı herkesin malumudur. Ülkücü-faşizmin ilk fırsatta işçi sınıfının ve devrimci hareketin üzerine atılacağından ve onu boğmak için her şeyi yapacağından kimsenin kuşkusu olmasın! İşçi sınıfının önünde duran tek seçenek, örgütlenmek, mücadeleye atılmak üzere hazırlanmak ve faşizmi onu yaratan kapitalizmle birlikte tarihe gömmektir.
[1] Türkiye’deki faşist hareket kendini “ülkücü” olarak tanımladığından “ülkücü-faşist” deyimiyle sadece Türkiye’deki faşist hareket kastedilmektedir.[2] Zeki Velidi Togan Türk tarihi profesörüdür ve Ekim Devriminin ardından kısa bir süre Başkurdistan devlet başkanlığı yapmıştır. Nuri Killigil ise Enver Paşa’nın kardeşi olup, asker kimliği dolayımıyla özellikle ordu içinde faşist düşüncenin yayılmasında önemli rol oynamıştır.[3] Sonradan, müsteşarlığın kasasında “örtülü ödenek” olarak bulunan yaklaşık 240 bin dolar tutarındaki paranın kaybolduğu da anlaşılacaktı.[4] Hatta kimi kaynaklar MHP’nin, 1 Mayıs katliamının yaratacağı infialden yararlanarak kendisine yakın faşist subaylar aracılığıyla bir darbe yapmayı planladığını yazmaktadır. İddiaya göre olayların yeteri kadar büyümemesi üzerine (300 kişinin öldürülmesi hesaplanmıştı) bundan vazgeçilmişti. Nitekim Haziran ayında Kara Kuvvetleri Komutanı orgeneral Namık Kemal Ersun başta olmak üzere 850 sağ görüşlü subayın ordudan apar topar atılması ve Özel Harp Dairesi ile MİT içinde de benzer bir temizliğe girişilmesi buna kanıt olarak öne sürülmektedir. Planlanmış olması kuvvetle muhtemel bu girişimin içinde işadamı Halit Narin’in de adı geçiyordu.[5] İtalya’da Mussolini’yi iktidara taşıyan “büyük yürüyüş”e atfen yapılan bu konuşmada ilan edilen proje, istenilen etkiyi yapmamıştır.[6] Ülkücü hareketin 70’lerin sonlarında girdiği İslamcılaşma süreci, 12 Eylül sonrasındaki çözülmeyle hızlanmış ve nihayetinde bir ayrışmayla sonuçlanmıştır. Bu ayrışma ifadesini İslamcı-Türkçü ideolojilerde bulsa da, 12 Eylül üzerinden devlete bakışa kadar örgütsel ve politik pek çok nokta da daha somutlanıyordu. Ülkü Ocaklarına karşı Nizam-ı Alem Ocaklarını kuran bu grup, Türk-İslam ülkücüleri Muhsin Yazıcıoğlu liderliğinde 29 Ocak 1993’te BBP’yi kurdu. Ancak bu “kopuş” abartılmamalıdır. Çünkü kuruluş günlerinin heyecanı geçtikten sonra ne Kürt sorununda ne de diğer politik meselelerde MHP’den farklı bir tavır alınmamış, hatta kadrolar devletin verdiği birçok görevde birlikte çalışmışlardır. Son yıllarda bu kadrolar etkinliklerini arttırmaya başlamışlardır. Nizam-ı Alem Ocakları üzerinden örgütlenen binden fazla kişi şeriatçı saflarda çarpışmak üzere Çeçenistan’a ve Bosna’ya gönderildi. Trabzon’daki faşist yuvalanma ve bununla ilintili gerçekleştirilen kanlı provokasyonlarda (linç girişimleri, rahip Santoro cinayeti, Danıştay saldırısı ve son olarak Hrant Dink cinayeti) yerli ve yabancı kontr-gerilla aygıtlarının tetikçisi olarak bu kadrolar kullanılmaktadır.[7] 80’li yılların hemen akabinde burjuva devlet, Ermeni örgütü ASALA’ya karşı girişilen kontr-gerilla mücadelesinde de ülkücü kadroları göreve çağırmıştı. Kontr-gerilla ile sıkı ilişkileri olan Abdullah Çatlı ve ekibi, bu işe talip oldular, tabii “üstün vatan sevgisi”nin yanında lafı bile edilmeyecek 10 milyon dolar gibi bir meblağ karşılığında! Ancak bu girişim, Fransa’da birkaç öğrenci yurdunun ve soykırım anıtının bombalanmasıyla sınırlı kalmış, ülkücü basın tarafından şişirildiği kadar “büyük işler” başarılmamıştır.”
*
antifa bildiri : KOMÜN-ANARŞİ-ANTİFA
Paylaşmalı yaşamı. Sevgimizi,acımızı,coşkumuzu,heyecanımızı,isyanımızı paylaşmalıyız. Karşılıklı yardımlaşmalıyız.
Hayat denen geçici süreyi kardeşçe, eşit ve özgür bir şekilde geçirmeye çalışmalıyız. Haksızlıklar karşısında pasif kalmamalı , ne pahasına olursa olsun haksızlıkları kabullenmemeliyiz. Haksızlığa uğrayandan, ezilenden yana olmalıyız. İnsanız robot değiliz. Ama robotlardan farkımız yok. Ne oldu bize. Nasıl olduda makinelere dönüştürdüler bizi. Neden kabulleniyoruz dayatılan her şeyi. Korkumuz nedir. Ölmekten mi korkuyoruz. Ya ölüm nedir.ölüm yaşamın doğal bir parçasıdır. uyku gibi. korkulacak bir şey değildir.
Amacımız kapitalizme alternatif bir yaşam biçimi olduğunu somut, canlı yaşayan örneklerle göstermektir. Bu örnekler kolektif, antiotoriter bilince sahip olan her birey, topluluk, işyerleri , mahalleler, köyler vs.. aracılığıyla olacaktır. Şehirlerde ve kırsal alanda yani yaşamın olduğu heryerde antiotoriter kolektif yaşam bilincini oluşturmak, geliştirmek, yaymak halkın benimsemesini sağlamaya çalışmak temel amacımızdır. Bizler yaşamak (daha iyi koşullarda, eşit, özgür yaşamak) istiyoruz. Ölmek öldürmek gibi bir amacımız yoktur. Bizler daha iyi bir dünya istiyoruz. Biz bu dünyayı, bu yaşam biçimini devrimden sonra olacağı düşüncesiyle beklemektense, düşüncelerimize uygun yaşamın temellerini şimdiden oluşturmaya çalışmamız gerektiğini ve bu temelin devrimci mücadeleye çok büyük katkılar sağlayacağını fark ettik. İstediğimiz eşit, özgür, antiotoriter, kolektif yaşamdır. Bunu kapitalist sistem içerisinde tam anlamıyla sağlayamayacağımızın bilincindeyiz. O yüzden mümkün olduğunca sistem dışında , kırsal alanda(kırsal alan diyorum çünkü şehirlere hapsolmaya gerek yok o kadar çok boş alan varki oralarda da şehirler oluşturulabilir. Ve bu şehirler özgür,antiotoriter,kolektif yaşamın olduğu şehirler olabilir, sadece aynı düşünen insanların bir aradalığıyla güzel bir başlangıç yapmak lazım…) komünler (kolektif yaşam alanları) oluşturmak ve zamanla geliştirilerek, yaygınlaştırılarak şehirlere yayılmasını sağlamak ve aynı zamanda şehirlerde de kolektif yaşam bilincinin oluşturulması, geliştirilmesi için mücadele etmek ve anarşizmin özü olan isyancı karakteri koruyarak, insanlara alternatif yaşam biçiminin imkansız, hayal olmadığını göstermektir amacımız.
En temelde kapitalist yaşam biçiminden kurtulmak ve bize yaşam veren, unuttuğumuz doğayla iç içe olmak gerekmektedir. Yaşamayı unuttuk daha doğrusu hiç yaşamadık desem makbüldür. Çünkü yaşam işe gidip gelmek ve taş duvarlar arasında sıkıştırılmıştır. Yaşam doğayla iç içe olmak, yağmurun altında çıplak dolaşmak, dünyayı gezmek, deniz altını gezmek, ve hatta mümkünse evreni gezmektir. temiz hava, temiz su, temiz doğa, temiz , sağlıklı besinlerle beslenmektir. Bırakın dünyayı , bırakın şehri, bırakın mahalleyi biz inanınki yaşantımızı dört duvar arasına sıkıştırmışız. Ve bizi bu dört duvar arasına bağlamayı sağlayan birde teknoloji harikası ve beyin yıkama makinesi televizyonlar vardır. Teknolojiye karşı değilim ama ne yazık ki teknoloji bize faydadan çok zarar sağlamıştır. Bizi tembelleştirmiştir. Uyutmuştur.Uyuşturmuştur. Kanser etmiştir. Hasta etmiştir. Ve esir almıştır.Teknolojinin köleleri olmayı çoktan aşıp onun birer parçası, birer teknoloji ürünü, makineler (robotlar) haline dönüşmüşüz.

Öyle meşgul kafamız geçim sıkıntısıyla. Başka şeyler düşünemez olduk. Yaşamın anlamını sorgulamaz olduk. Düşünmek ayıplanır, hor görülür oldu. Beynimiz sadece emirleri uygulamaya hizmet eder oldu. Ne yapacağız. Taş duvarlar arasında, iş – ev arası mekik dokumaya, zenginlerin kölesi olmaya devam mı edeceğiz. Yaşamak bumudur? Yaşamıyoruz. Yaşadığımızı sanıyoruz. Öyle körleşti ki duygularımız, insani tüm değerlerimiz kaybetmek üzereyiz. Ne vicdan kaldı, ne onur, ne gurur, ne düşünen beyin. Artık beyinlerimiz vazifesi olan düşünme görevini yapamaz hale gelmiştir.Şu anki yaşantımız işte budur.Yani anlayacağınız o kadarda değerli değildir.Yani kaybedecek hiçbir şeyimiz yok. Artık zincirlerimiz kırmanın vakti gelmiştir. İtaat etmemenin, robotlaşmamanın, kolektif, eşit, özgür yaşamanın vakti gelmiştir.

ANTİFA (anti faşist hareket): anti-otoriter , anti-kapitalist , anarşist , anarşist komünist örgütlenme. Faşizme karşı mücadele için kurulmuştur. Birçok ülkede güçlü örgütsel alt yapılar oluşturulmuştur. Faşist saldırılara karşı koymak için , faşistlerin kullandığı şiddeti onların aleyhlerine döndürecek tüm gerekli araçlarla , faşizme ve ırkçı eylemlere karşı koymak için kurulmuştur. Faşizm kapitalizmin bekçisidir. Kapitalizmin savunuculuğunu, ırkçı, milliyetçi söylevlerle yaparlar. Kapitalizmi savunmak demek , emekçi halk sınıfına ihanet etmek demektir. Emekçileri yoksulluğa, açlığa, köleleştirmeye itmek demektir. Sırf başka bir milliyetten olduğu için çoluk çocuk demeden insanları aşağılamak, işkence yapmak, öldürmek faşizmin gerçek yüzünü gösterir. Faşizm yıkılmadan kapitalizm yıkılamaz. O nedenle faşizme karşı mücadele tüm ilerici, devrimci insanların yer alması gereken bir mücadeledir. Vatan bölünmez, vatan için canımız feda ,bağımsız ülke vss. diyen faşistler nedense vatanın emperyalistlere satılmasına hiç ses çıkarmamaktadırlar ve aksine imf ve emperyalistlere karşı ses çıkaranlarıda engellemeye çalışmaktadırlar. Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür. İşte vatan her yanı işgal edilmiş, bütün değerleri emperyalistlere peşkeş çekilmiş, işsizlik, yoksulluk almış başını gitmiş, insanların karın tokluğuna 12 saat sigortasız çalıştırıldığı, okumak için bir öğrencinin 2-3 yıl dershanelere tonlarca para harcadığı , parası sağlık sigortası olmadığı için acil müdahale yapılması gereken hastaların dahi muayene edilmediği ölüme terk edildiği, yoksulluktan beleş dağıtılan bir plastik top için dahi izdihamların yaşandığı bir vatan.
ANARŞİ , ANARŞİZM NEDİR ? : Kropotkin’in ifade ettiği üzere, Anarşi, “otoriteye karşı” anlamına gelen Yunanca kelimelerden kaynaklanır. Kropotkin’in deyişiyle, Anarşizm “sosyalizmin hükümetsiz sistemidir…” Diğer bir deyişle, “insanın insanı sömürmesinin ve tahhaküm etmesinin sona erdirilmesi, yani özel mülkiyetin{kapitalizmin}ve hükümetin yok edilmesi”dir. (Errico Malatesta) Anarşizm, bu nedenle siyasi, ekonomik veya toplumsal hiyerarşilerin olmadığı bir toplum yaratmayı hedefleyen siyasi bir kuramdır. Anarşistler, hükmedenin olmadığı anarşinin uygulanabilir bir toplumsal sistem biçimi olduğunu ve böylece de bireysel özgürlük ile toplumsal eşitliğin en fazlalaştırılmasına hizmet ettiğini savunurlar. Özgürlük ve eşitlik amaçlarının karşılıklı olarak birbirini destekleyen amaçlar olduğunu görürler. Ya da Bakunin’in ünlü sözüyle: “Bizler Sosyalizm olmadan özgürlüğün ayrıcalık ve adaletsizlik olduğuna, özgürlük olmadan Sosyalizmin ise kölelik ve vahşilik olduğuna inanıyoruz.”
Anarşinin, [yani] “yöneticilerin olmaması” kuralına dayanan bir toplumun yaratılmasını savunan siyasi bir kuramdır. Bunu başarmak için, “tüm sosyalistlerle ortak olarak anarşistler, toprak, sermaye ve makineler üzerindeki özel mülkiyetin zamanını doldurduğunu ve yok olmaya mahkum olduğunu belirterek; üretim için gerekli olan her şeyin toplumun ortak mülkiyetinde olması gerektiğini ve refahı üretenlerce ortaklaşa yönetilmesi gerektiğini savunurlar. Ve … toplumun siyasi örgütlenmesinin en ideal hali için gereken koşulun, hükümet fonksiyonlarının en aza indirildiği zaman sağlanabileceğini;… (ve) toplumun nihai hedefinin hükümetin fonksiyonlarını tamamen ortadan kaldırmak olduğunu savunurlar –hükümetsiz topluma, yani anarşiye geçiş.” (Peter Kropotkin)
Anarşizm, baskı ve sömürüye karşı mücadelenin bir ifadesidir; çalışan insanların mevcut sistemdeki yanlışlıkların ne olduğu hakkındaki deneyimlerinin ve analizlerinin bir genellemesidir, daha iyi bir gelecek için [sahip olduğumuz] umut ve düşlerimizin bir ifadesidir. Bu mücadele, anarşizm olarak adlandırılmadan önce de vardı, ama tarihsel anarşist hareket (yani fikirlerini anarşizm olarak adlandıran ve anarşist bir toplumu amaçlayan insan grupları) asıl olarak işçi sınıfının kapitalizme ve devlete karşı, tahakküm, sömürüye karşı; ve özgür ve eşit bireylerin oluşturduğu özgür bir topluma ulaşmak için verdiği mücadelenin bir ürünüdür
KAPİTALİZM KÖLELEŞTİRİR. ANARŞİZM ÖZGÜRLEŞTİRİR. TEK YOL DEVRİM,TEK YOL ANARŞİ
DEVLETİN VE OTORİTENİN YADSINMASI
Burjuva ideolojileri, Devleti, modern toplumda insanlar arasındaki karmaşık siyasal ve toplumsal ilişkileri düzenleyen, toplumda yasa ve düzeni koruyan organ olarak tanımlarlar. Anarşistler bu tanımlamayla tam bir fikirbirliği içindedirler, fakat, bu tanımlamaya şunu eklerler: Bu düzenin ve bu yasaların temeli, halkın ezici çoğunluğunun küçük bir azınlık tarafından köleleştirilmesidir ve Devlet tam da bu amaca hizmet eder.Devlet, aynı zamanda, burjuvazinin işçilere karşı örgütlü şiddetidir ve burjuva sistemin yürütme organıdır.
Başta Bolşevikler olmak üzere, sol sosyalistler de burjuva Devleti ve Otoriteyi sermayenin uşakları olarak görürler. Fakat, Otorite ve Devletin, sosyalist partilerin elinde proleteryanın kurtuluşu mücadelesinde güçlü bir araç haline gelebileceğini savunurlar. Bu nedenle, bu partiler, sosyalist bir Otoriteden ve proleter bir Devletten yanadırlar. Bazıları iktidarı barışçıl yoldan ve parlamenter araçlarla (Sosyal Demokratlar), diğerleri ise devrimci yöntemlerle (Bolşevikler ve Sol Sosyalist Devrimciler) ele geçirmek isterler.Anarşizm, bunların her ikisini de temelden yanlış ve emeğin kurtuluşu süreci açısından yıkıcı görür. Otorite, her zaman için halk yığınlarının sömürüsüne ve köleleştirilmesine dayanır. Bu sömürüden doğar, ya da, bu sömürünün çıkarları içinde yaratılır. Otorite, şiddetin ve sömürünün yokluğunda, kendi varlık nedenini yitirir. Devlet ve Otorite, yığınlardan tüm inisiyatifi alır, yaratıcılık ve özgür eylem ruhunu öldürür, yığınlarda kölelere özgü bir itaatkarlık, beklenti, toplumsal basamakların üst kısımlarına tırmanma umudu, lidere körü körüne bağlılık, otoriteyi paylaşma yanılsamasi yaratır. Bu yüzden, emeğin kurtuluşu, ancak, geniş işçi yığınlarının ve bunların sınıf örgütlerinin kapitalist sisteme karşı doğrudan devrimci savaşımı ile mümkündür. Bugünkü koşullarda iktidarın sosyal demokrat partiler tarafından barışçıl araçlarla ele geçirilmesi, emeğin kurtuluşu görevi açısından ileri atılmış tek bir adımı bile ifade etmeyecektir; çünkü, gerçek iktidar, ve dolayısıyla gerçek otorite, ülkede ekonomiyi ve siyaseti kontrol eden burjuvazinin elinde kalmaya devam edecektir. Bu durumda, sosyalist otoritenin rolü reformlara indirgenir: aynı rejimin iyileştirilmesi (Ramsey MacDonald, Almanya, İsveç, Belçika'da iktidara gelmiş sosyal demokrat partiler bunun örnekleridir). Öte yandan, toplumsal bir ayaklanma yoluyla iktidarı ele geçirme ve "proleterya Devleti" denen bir devleti örgütleme, emeğin gerçek kurtuluşu davasına hizmet edemez. Devrimi savunacağı düşüncesiyle kurulan devlet, kaçınılmaz olarak, kendisine özgü gereksinimler ve nitelikler tarafından tahrifata uğrar; kendi başına bir amaç haline gelir; özgül, ayrıcalıklı kastlar yaratır ve dolayısıyla kapitalist Devlet ve Otoritenin temelini, yani, yığınların şiddet yoluyla köleleştirilmesi ve sömürüsünü yeniden inşa eder (Örnek: Bolşeviklerin "işçi-köylü Devleti"). *** proletarya, Engels ’in ‘‘ devlet var olduğu sürece özgürlükten bahsedilemez, özgürlük olduğunda ise devlet olmayacaktır’’ deyişini aklından çıkartmamak zorundadır. Proleter iktidarı Marksizm de devlet , anarşist komünizmde ise , konseyler ve federasyonlara dayanır. Paris komünü tarihin gördüğü ilk proletarya diktatörlüğü girişimiydi. Fakat o bir devlet değil, aksine devleti derhal ve tüm kurumlarıyla alt etmeye çalışan devrimci bir iktidardı. Paris komünü, iktidarını halkın ötesinde, onun üstünde kurumlarıyla var olmak zorunda olan bir devlet makinesine değil, halkın özgücüne ve devrimci kararlılığı ile inşa edeceği proleter mekanizmalara dayandırdı. Devrimci mücadele, tıpkı Paris Komününde olduğu gibi, devleti reddetmek zorundadır. Fakat devletin burada ifade edilen reddiyesi, devrimin, karşı devrimci etkinliklere ve burjuvazinin direncine karşı hiçbir şekilde herhangi bir kurumsal organizasyona ihtiyaç duymayacağın anlamına gelmez. Bunu proletarya ‘öncü’ paritelerden çok daha iyi bilmektedir. O yüzdendir ki, halkın devrimci organları devrimci sürecin yükselişinden çok daha önceleri şekillenme başlamıştır. Diktatörlük bir devlet şekli olabileceği gibi,herhangi bir gurup,kişi veya organizasyonun başkalarına uyguladığı baskıcı yöntemlerin toplamıdır da. Sadece devletler değil, bireyler, organizasyonlar ve kitlelerde diktatörce davranabilirler. Proletaryanın bu anlamıyla hasımlarına karşı diktatörce bir yöntemi yürürlüğe koyması, onun illaki bir devleti inşa etmesi anlamına gelmeyecektir. Devrimden sonra komünizme geçiş aşaması Marksizm in öngördüğünün aksine , derhal ve hızla halkın tüm devrimci beklentilerine yanıt verecek ve aynı zamanda, gelişen devrimi savunup koruyacak bir dönem olarak işlerlik kazanmak zorundadır. Proletarya diktatörlüğü hem devrimi karşı devrimci güçlere karşı savunacak burjuvaziyi tavsiye edecek sert önlemleri alacak, hem de halkın acil ve ertelenemez ihtiyaçlarına yanıt verecek bir kurumsal iktidardır. Fakat bu iktidar, burjuvaziyi ve sömürünün tüm koşul ve araçlarını yok ederken,geçiş aşamasının olabilecek en kısa dönemi tanımladığını bilmek ve ona göre konumlanmak zorundadır. Özgürlükçü komünizm bu yüzden geçiş dönemini kabul etmekle birlikte, bu dönemin olabilecek en kısa zamanı ifade edeceğini, öngörülebilir olduğunu ve herhangi bir partinin programıyla değil, proletaryanın devrimci inisiyatifiyle son bulacağını ilan etmekte bir sakınca görmez. Çünkü devrim proletarya ve ezilenler açısından bir taktik sorunu olmaktan çok, daha büyük ve özgün anlamlar barındırmaktadır. Devrim sadece iktidarın nasıl organize edileceği sorunu değil, aynı zamanda özgürlük, barış ve ekmek sorunudur da. Proletarya diktatörlüğü uygulanması zorunlu bir geçiş döneminin özel adıdır. Marksist önyargının aksine, proletarya bu diktatörlüğü, yarattığı devrimci kurumlar, komünler, konseyler vb. aracılığıyla devletsiz, yani bürokratsız, düzenli ordusuz ve halkın üstünde örgütlenmiş polis olamadan yaratacak özgün potansiyellere sahiptir. Devrimi bir azınlığın, partinin, zümrenin veya akil adamlar topluluğunun değil, proletaryanın, ezilenlerin, halkın yapacağı gerçeğini unutmamak lazım. ** bürokrasi genel olarak yönetimde uzmanlaşma anlamını taşır. Yönetim mekanizmasında birilerinin uzmanlaşması ise belli bir kesimin yönetim işini sürdürmesi, çoğunluğun da buna tabi olması anlamını taşıyacaktır. Bu da yöneten kesimin ayrıcalıklar kazanması ve bu ayrıcalıkları korumak için birtakım yeni kurumlar ve yöntemler geliştirmesi anlamına gelir. Bu anlayış iktidar olgusuyla birleşerek bir ezme ezilme ilişkisinin doğmasına zemin oluşturacaktır. Bu durum, devlet sosyalist de olsa kapitalist de, işçi devleti de olsa değişmeyecektir, ezilen yine işçiler olacaktır. Kapitalist toplumda ezenler patronlarken, sosyalist toplumda ise patronların yerini alan, bürokratlaşmış parti içindeki işçiler yada aydınlar ayrıcalıklı konumda olacaklardır. **Konsey sistemini gerçekleştirmek, işçi kitlelerinin doğrudan karar alma sürecinde yer almalarını sağlayarak, iktidarın tekelleşmesini engelleyecektir. Bu yolla işçi kitlelerinin düşüncelerini pratiğe dökme şansı yaratılacaktır. Aksi durumda bu kitleler sadece bir uygulayıcı konumunda tutularak ‘emir’ bekleyen ‘askerlere’ dönüştürülecektir. Bu biçim hareketin devrimci niteliğini bozguna uğratacaktır. ** burjuvazinin siyaset sahnesinden tasfiye edilerek, sınıfsal olarak ortadan kaldırılması, devletin varlığının meşruiyetini tehlikeye sokacaktır ve Marksizm e göre artık ona olan ihtiyaç ortadan kalktığı için sönümlenecektir. Oysa devlet bu süre zarfında kendi bürokrasisini, kendi yönetici elitlerini ve kendi ayrıcalıklı sınıfını çoktan yaratmış ve güçlenmiş olacaktır, hem de en meşru kanallardan. Bu durumda devletin sönümlenmesi ve komünizme geçilmesi de mümkün olamayacaktır. O nedenle devrimden sonra devlet ortadan kaldırılmalı ve komünler–konseyler aracılığıyla proletarya diktatörlüğü kurularak üretim araçlarına el konulmalı ve burjuvaziye karşı, silahlı halk birlikleriyle savaşılmalıdır. KOMÜN, DEVRİM, ANARŞİ Yönetilmek aşağılanmaktır,robotlaşmaktır. Susmak, banane demek, ben sadece ekmeğime,işime bakarım gerisi beni ilgilendirmez demek. Haksızlığı, sömürüyü,eşitsizliği, robotlaşmayı,köleliği,onursuzca yaşamı kabullenmek, kapitalizmi,faşizmi kabullenmektir.ŞİMDİ İSYAN VAKTİDİR
http://www.antifaanarsi.blogspot.com/, 10,10,09 antifaanarsi@gmail.com

***************************************
Pyotr Alekseyeviç Kropotkin
(1842 - 1921) anarko komünist Rus yazar, anarşizm kuramcısı.
9 Aralık 1842’da Moskova’da doğdu. Babası Prens Aleksei Kropotkin; annesi ise Yekaterina Nikolaevna'dır. 1846'da anneleri veremden ölünce, Peter ve kardeşleri daha katı olan babaları tarafından büyütülür.
Kropotkin
Ağustos 1857’de onbeş yaşındayken St. Petersburg’daki Pages Taburuna katılır. Bu taburda çoğunluğu soylu sınıfından 150 genç eğitim görmektedir. Kropotkin sınıf arkadaşları ile ilişkilerini geliştirmekte zorlanır; taburdan ayrıldığı 1862’ye kadar zamanının büyük bir bölümünü kitap okumaya, mektup yazmaya ve dergi çıkarmaya ayırır.
Pages Taburu mezunlarının Rus ordusunda istedikleri yerde göreve gitme hakları bulunmaktaydı.
1862’de mezun olan Kropotkin ise Sibirya’yı tercih etti. Böylece on yıl sürecek bir gezginlik dönemi başlamış oldu. Sibirya’da aldığı görevler Kropotkin’de hükümete karşı bir hayalkırıklığı oluşmasına neden oldu.
1864’de işinden istifa etmeyi düşündüğü bir sırada, kendisine Mançurya'nın coğrafik araştırmasına katılması teklif edildi. Teklifi kabul eden Kropotkin 1865 yılında kendisini tamamen bu coğrafi araştırmaya adadı.
Kropotkin
1867 Nisan'da nihayet ordudan ayrıldı; ve Irkutsk'u terk ederek St. Petersburg'a döndü. Burada Merkezi İstatistik Komitesi’nde çalışmaya başladı. Bir taraftan da Coğrafya Topluluğu için yaptığı çalışmalara devam ediyordu. Üniversiteye kayıt yaptırdı, ama mali sorunlar yüzünden mezun olamadı. 1868-1870 yıllarında zamanını tamamiyle coğrafya çalışmalarına ayırdı.

1871 Sonbaharında babası ölür. Aynı yıl Kropotkin kamu görevlerinden ayrılır. İmparatorluk Coğrafya Topluluğu ona sekreterlik görevi teklif eder. Bu onun yaşındaki birisi için büyük bir onur sayılan bir görevdir; ancak Kropotkin orada yapacağı kariyeri boşa geçirilmiş olarak değerlendirerek, teklifi reddeder.
Anarşizmle tanışma [
değiştir]
1871 Paris Komünü'nün etkisi ile işçi hareketlerine olan ilgisi artar; işçi hareketleri hakkında daha çok şey öğrenmek için yurtdışına seyahat etmeye karar verir. 1872 Şubat'ta Rusya'dan ayrılarak İsviçre'ye hareket eder. Zürih'e varır varmaz hemen Enternasyonal'in yerel şubesine üye olur. Ancak bir süre sonra daha radikal olan Jura Federasyonu'nun Neuchatel'deki merkezini ziyaret eder. Buradaki izlenimleriyle anarşizmi benimser.
Kropotkin
1872 Mayıs'ta Rusya'ya döner; nihilistlerin liderliğindeki Chaikovski Çevresi içinde devrimci görüşlerin yayılmasında önemli bir rol üstlenir.
1873 yılında Peter Kropotkin tutuklanarak hapse atılır; 1876'da İngiltere'ye kaçar. Burada kısa bir süre kaldıktan sonra İsviçre'ye giderek Jura Federasyonuna katılır. 1877'de Paris'e gider; burada sosyalist hareketin başlatılmasına katkıda bulunur. 1878'de İsviçre'ye döner; Jura federasyonunun devrimci gazetesi Le Révolté'ye yazılar yazar.
1881'de, Çar II. Alexander'ın suikaste uğramasından kısa bir süre sonra Kropotkin İsviçre'den sınırdışı edilir. Thonon (Savoy)'da kısa bir süre kaldıktan sonra Londra'ya gider. Burada bir yıl kadar kaldıktan sonra 1882'nin sonlarına doğru tekrar Thonon'a döner. Burada Fransız hükümeti tarafından tutuklanır. Lyon'da yapılan duruşmada Enternasyonal üyesi olduğu gerekçesiyle beş yıl hapis cezasına çarptırılır. 1886'da serbest bırakılınca Londra'ya yerleşir. Aynı yıl Sibirya'ya sürgün edilen kardeşi Alexander intihar eder.
1890larda zamanının çoğunu yazmakla geçirir; kitaplarında anarşist-komünizmi teorisini geliştirmeye çalışır. 1897'de Kanada ve ABD'yi ziyaret eder. Amerikan dergisi Atlantic Monthly anılarını basmayı kabul eder.
1901-1909 yılları arasında daha çok Rusça yazılar yazar. 1905 devriminin başarısızlığa düşmesi hayal kırıklığına uğramasına yol açar.
Savaş ve Devrim [
değiştir]
1909'de İsviçre'ye döner; Lena altın madenlerinde 270 işçinin katledilmesi olayının gündeme getirilmesi için çalışır. Ancak bu çabaları I. Dünya Savaşı ile kesintiye uğrar. I. Dünya Savaşı sırasında işçi sınıfına karşı en büyük tehdit olarak gördüğü Alman emperyalizmine karşı devletler arası ittifakı destekleyen bir tavır alır. Bu tavrı birçok kişi tarafından sert şekilde eleştirilir; Errico Malatesta gibi pek çok anarşist bu dönemde Kropotkin'den uzaklaşır. Bu tavır en net biçimiyle Onaltılar Manifestosunda görülebilir. 1917'de Petrograd'a gider; burada Aleksandr Kerenski hükümetine yardımlarda bulunur. Ancak Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle bu çabaları da sona erer. Pyotr Kropotkin 8 Şubat 1921'de ölür. Bolşevik lider Lenin'in kişisel izni ile Novodevichy mezarlığında anarşistler tarafından büyük bir cenaze töreni düzenlenir. Bu, anarşistlerin kitlesel olarak Rusya'daki son bir araya gelişi olur.
Çalışmaları [
değiştir]
Kitaplar [
değiştir]
1902 Londra, Karşılıklı Yardımlaşma (Mutual Aid: A Factor of Evolution)
1892 Paris, Ekmeğin Fethi (The Conquest of Bread)
Tarlalar, Fabrikalar ve Atölyeler (Fields, Factories and Workshops)
The Great French Revolution
1887, In Russian and French Prisons. Kitabın internet baskısı
1889, Bir Devrimcinin Anıları (Memoirs of a Revolutionist).
1915 New York, Russian Literature: Ideals and Realities. Kitabın internet baskısı
Makaleler [
değiştir]
"Research on the
Ice age", Notices of the Imperial Russian Geographical Society, 1876.
"The
desiccation of Eur-Asia", Geographical Journal, 23 (1904), 722-741.
Broşürler [
değiştir]
Dinle Anarşist!
Gençliğe Çağrı (Appeal to the Young)
*******************************
Nestor Mahno,
(Ukraynaca: Нестор Іванович Махно, d. 26 Ekim, 1888 – ö. 25 Temmuz, 1934) Ekim Devrimi'nde Bolşevik çizgiyi kabul etmeyen Ukraynalı anarko-komünist devrimci. Anarşist ilkeler ve değerleri gerçekleştirmek üzere giriştiği yoğun çaba Bolşeviklerin iktidarını pekiştirmesi ardından kesintiye uğramıştır. Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu isimli, anarşizm için önemli tartışmalar açan metnin yazarlarındandır. Ayrıca, Ukrayna'daki anarşist hareket Mahnovşçina'nın da fikir babasıdır
****************************
Errico Malatesta
(* 14 Aralık 1853 Santa Maria Maggiore, Campania, İtalya — † 22 de Temmuz 1932, Roma), İtalyan anarko-komünist, aktivist yazar. İsmi Pierre-Joseph Proudhon, Bakunin ve Peter Alexeyevich Kropotkin ile birlikte anılan anarşizmin büyük teorisyenlerindendir. Hayatının büyük kısmını ülkesi İtalya'dan uzakta sürgünde ve on yıldan fazla bir süreyi hapishanede geçirdi. Birçok radikal gazetede yazdı ve editörlük yaptı.
"Anarşizm, insanın insan tarafından sömürüsünün ve tahakküm altına alınmasının ortadan kaldırılması, yani özel mülkiyet ve hükümetin ortadan kaldırılmasıdır; Anarşizm, sefaletin, hurafelerin ve nefretin yok edilmesidir." Errico Malatesta
**************
Carlo Cafiero
(1 Eylül, 184617 Temmuz, 1892), İtalyan anarşist ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Mikhail Bakunin destekçisi
İlk Yıllar
Carlo Cafiero güney İtalya'nın Apulia bölgesinde yer alan
Barletta'da zengin ve asil bir ailede dünyaya geldi. Babası 1821'de Carboneria üyesiydi. Kardeşlerinden biri ve bir eniştesi vekildiler. Carlo Cafiero her zaman ailenin 'yüz karası' olarak görüldü.
1864'de Napoli'ye taşındı ve orada hukuk diploması aldı. Daha sonra diplomatik kariyerine başlamak üzere
Floransa'ya gitti. 1870'in başlarında Cafiero'yu "kadınların başını döndüren güzel bir genç adam" olarak tarif eden hemşehrisi ressam Giuseppe De Nittis'in misafiri olarak Paris'te bulundu. Sonrasında olgunlaştığı, diplomatik kariyerinden, refahtan ve ailesinden vazgeçerek devrime ve sosyalizme katıldığı Londra'ya gitti. Öyle görünüyor ki bir ayakkabıcının büyüleyici nümayişi işitmesi Cafiero'nun işçi sınıfının hazin durumunun farkına varmasını sağlamıştır. Londra'da Cafiero Marx ve Engels ile irtibata geçmiştir.
Uluslararası Emekçiler Birliği'ne katıldı ve sonrasında Mikhail Bakunin'nin Anarşizm'i ve Giuseppe Mazzini'nin Cumhuriyetçiliğinin güçlü etkisi altına girecek olan İtalya'da Marx'ın ideolojilerini hakim kılmakla suçlandı. Genç Errico Malatesta'nın yardımıyla, Napoli'de L'Internazionale'nin eski bölümünü yeniden iyileştimiştir ve burada bir toplantı sırasında ilk kez tutuklanmıştır.
Anarşizme Dönüş [
değiştir]
Marx ve Engels'in temsilcisi olarak anarşizmin etkisini engellemek amacıyla İtalya'da bir yıl bulunduktan sonra
Giuseppe Fanelli ile kurduğu ilişki sayesinde barikatın diğer tarafına geçmiş, Bakunin ve onun İtalyan destekçilerinin yanında yer almıştır. 1872'nin başlarında La Campana gazetesinin ilk sayısı çıkmış ve Cafiero hem gazetede yazmış hem de basımı için para vermiştir. Aynı yıl Locarno'da (İsviçre) Bakunin ile buluşmuş, burada Bakunin'in fikirlerinin ve Marx ve Engels'in otoritarizmine itirazlarının tartışıldığı bir ay geçirmiştir. 1873 yazında Cafiero'nun yardımıyla eski bir proje olan İtalya'da ve dünyada devrimin uluslararası merkezini oluşturma projesi hayata geçirildi. Cafiero kendisine miras kalan topraklarını satarak İsviçre'de Bakunin'in yaşayabileceği bir çiftlik satın aldı. Aynı zamanda hükümetleri tarafından zülme uğratılmış devrimciler için bir sığınak olacak bu merkez La Baronata olarak adlandırıldı. 1875'te Cafiero Milano'ya gitti ve Enrico Bignami tarafında idare edilen ilk günlük sosyalist gazete olan La Plebe'nin editör kadrosuna katıldı. 1877 Nisanında Cafiero, Malatesta , Ceccarelli, Rus Stepniak ve 30 diğer yoldaş Benevento şehrinde yeniden dirilişe geçti. Büyük coşkuyla karşılandıkları Letino kasabasını savaşmadan ele geçirdiler. El konulan mallar ve silahlar halka dağıtıldı, vergiler iade ve resmi dökümanlar yok edildi. Cafiero anarşizm, özgürlük, adalet ve devletsiz, efendisiz, kölesiz, askersiz ve sahipsiz devlet konularını yerel dilde açıkladı. Bildirisi cemaatine enternasyonalistlerin 'Tanrı tarafından gönderilen gerçek müritler' olduğunu açıklayan papazı dahi ikna etti. Ertesi gün Gallo kasabası benzer biçimde ele geçirildi. Ne yazık ki enternasyonalistler kasabayı terk ederken hükümet askerleri tarafından kuşatıldılar ve tümü tutuklandı. Ağustos 1878'de yargılanıp serbest kalmalarından önce bir yıldan fazla hapis kaldılar.
Tutukluluk döneminde Enternasyonel ile ilişki kurmaktan imtina etmediler ve Cafiero daha sonra Milano'da La Plebe Editions tarafından basılacak olan en önemli eseri Kapital'in İncelemesi'ni yazdı. Çalışma, çalışmayı diğer benzer çalışmalardan daha üstün bulan Marx tarafından bile takdir edildi ve övüldü. İnceleme Kapital'in teorisinin öğrenciler, bilinçli işçiler ve küçük sermayedarlar tarafından anlaşılmasına olanak sağlamak amacıyla yazıldı. 1876'da Cafiero Marsilya'da yaşıyor ve aşçı ve liman işçisi olarak çalışıyordu. Ekimde, Malatesta ile birlikta tutuklandı, sonrasında serbest bırakıldı ve Fransa'dan sürüldü.
*******************
Emma Goldman,
(d. 27 Haziran 1869, Litvanya – ö. 14 Mayıs 1940, Toronto) Anarko-komünist yazar. 20. yüzyılın ilk yarısında ABD ve Avrupa'da anarşist görüşün yayılmasında ve gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır
27 Haziran 1869'da, Rusya kontrolündeki Kaunas, Litvanya'da Yahudi bir ailenin kızı olarak doğdu. Emma daha 13 yaşındayken aile St. Petersburg'a taşındı. Bundan kısa süre önce 2. Alexander öldürülmüştü ve siyasi bir baskı olan ortamda Yahudiler çeşitli katliamlarla karşı karşıya kalmaktaydılar. St. Petersburg'a gelişlerinden sadece 6 ay sonra Goldman okulu bırakıp çalışmak zorunda kaldı, ailesi maddi sıkıntılar yaşıyordu. Bir fabrikada çalışmaya başlayan Emma devrimci düşüncelerle ilk kez burada karşılaştı. Fabrikada eline geçirdiği Çernişevski'nin "Ne Yapmalı?"[1] isimli eseri onu derinden etkiledi. Bu eser ileride filizlenecek anarşist fikirlerinin tohumlarını ekmekle kalmadı, hayatını istediği gibi özgürce yaşaması konusundaki fikirlerini de güçlendirdi. 15 yaşlarına geldiğinde babası onu evlendirmek istedi fakat o karşı çıktı ve evlenmedi. 17 yaşına geldiğinde ise, ailenin kararıyla, kız kardeşi Helene'le birlikte, diğer kardeşleri Lena ile yaşamak için Rochester, New York'a (ABD) göç etti. Burada bir tekstil fabrikasında birkaç yıl çalıştı. 1886'daki Haymarket Olayı'nın neticesinde dört anarşistin asılması Emma'nın anarşizmle ilgilenmesine yol açtı. 1887'de yine fabrika işçisi olan Jacob Kersner ile evlendi. Fakat anarşist harekete girişi ile bu evliliği kısa sürdü. Ailesi ve kocasını terk ederek önce New Haven, Connecticut'a sonra New York City'ye gitti.
New York ve tutuklanmalar [
değiştir]
New York'ta
Alexander Berkman ile tanıştı ve beraber yaşamaya başladı. Berkman o dönemlerde ABD'deki anarşist hareketin önemli figürlerindendi. 1892'de Berkman ile Henry Clay Finch'e suikast planları yaptılar, fakat bu planları başarısızlıkla sonuçlandı. Henry Clay Finch suikast girişiminden yaralanarak kurtuldu, Berkman 22 yıllık hapis cezasına mahkum edildi. 14 yıl hapiste kaldıktan sonra 1906 yılında salıverildi. Başarısız suikast girişiminden sonra Berkman'ını savunmak için elinden geleni yaptı, fakat bu girişimleri devletin, resmi otoritelerin ona karşı cephe almasına yol açtı. Bu sıralarda Hippolyte Havel ile dostluk kurdu. 1893'de işsizleri güç kullanarak otoritelere karşı gelmeye (zor kullanarak ekmek almaya')kışkırttığı için tutuklandı. Tutuklanmasına neden olan bu söylemi "İş isteyin. Eğer iş vermezlerse, ekmek isteyin. Eğer ekmek vermezlerse, ekmeğinizi alın." zamanla ünlü bir söylem olmuştur. Blackwell Adası (Blackwell's Island) cezaevinde bir yıl tutuklu kaldı.
8 Eylül 1901'de, Chicago'da, dokuz kişiyle birlikte tekrar tutuklandı. Tutuklanma nedenleri Başkan McKinley'in suikasti idi. Leon Czolgosz isimli münzevi bir anarşizm sempatizanı McKinley'i birkaç gün önce vurmuştu. Aslında olaylarla ilgisi olmayan Goldman ve diğer dokuz kişinin tutuklanmasının nedeni anarşist hareketin halk nezdindeki itibarını sarsmaktı. Delil yetersizliğinden Goldman 24 Eylül'de serbest bırakılırken, olayın faili Leon Czolgosz suçlu bulundu ve idam edildi. 1910 yılında "Anarşizm ve Diğer Makaleler" isimli kitabı yayımlandı.
Emma Goldman
11 Şubat 1916'da tekrar tutuklandı. Bu sefer tutuklanma sebebi dağıttığı doğum kontrolü hakkında bilgilendirici dokümanlardı. Fakat hayatında bir dönüm noktası olan tutuklanması 1917 gerçekleşti. Berkman ve Goldman, Zorunlu Askerliğe Hayır isimli kurdukları birlik ve Birinci Dünya Savaşına karşı düzenledikleri gösteriler nedeniyle tutuklandılar. İki yıl hapsedildikten sonra Amerikan vatandaşlığından azledilerek Rusya'ya sürüldüler.
Rusya'daki günleri ve Bolşevikler [
değiştir]
İlk enternasyonal'deki anarşist ve komünist ayrılığına rağmen, Rusya'ya vardığında Goldman Bolşeviklerin tarafında yer aldı. Fakat 1919'da Berkman ile ülkeyi gezerken tanık oldukları politik baskı, bürokrasi ve zorunlu çalışma Bolşeviklere olan sempatilerini yok etti. Hayal kırıklığı ile Aralık 1921'de Rusya'yı terk etti. Dönemin Rusya'sı ve Bolşevikler hakkındaki görüşlerini "Rusya'daki Hayal Kırıklığım" ve "Rusya'daki İlave Hayal Kırıklığım" isimli eserlerinde belirtmiştir. Ayrıca, Rusya'da tanık olduğu yoğun şiddet ve güç kullanımı onun şiddete ve güç kullanımına olan fikirlerinin farklı bir boyut kazanmasına neden oldu. Şiddetin toplumsal (sosyal) dönüşüm sürecinin (istenilmese de) zorunlu bir parçası olduğunu kabul etmekle beraber, şiddetin toplumsal mücadelenin yegane ve en önemli aracı olarak kullanmasına karşı çıktı. Ona göre şiddet "çarpışma sırasında bir savunma aracı olarak başvurulabilecek" bir şeydi. Ayrıca bu düşüncesi ilk zamanlarda savunduğu "amaç aracı haklı çıkarır" fikrinden ayrıldığının göstergesiydi.
İspanya ve ölümü [
değiştir]
1921'de İngiltere'ye gitti. Sürgün edilebileceği haberlerini duyulunca İngiliz vatandaşlığına girebilmesi için bir maden işçisi kendisine evlenme teklif etti. İngiliz pasaportuyla birçok ülkeyi gezebilme fırsatı buldu. 1928'de Saint-Tropez'e taşındı, 1936'ya kadar burada yaşadı. Bu arada, 1931'de "Hayatımı Yaşarken" isimli otobiyografisini yayımladı. 1936'da İspanyol Devriminin başlamasından kısa bir süre önce Berkman intihar etti. Emma Goldman ise aynı yıl, 67 yaşında, İspanyol Devrimine katılmak için İspanya'ya gitti. CNT-FAI'li anarşistlerin 1937'de koalisyon hükümetine katılmalarını, giderek güçlenen komünistlere savaş faaliyetinin daha iyi yürütülebilmesi için taviz vermelerini onaylamadı. Faşizmin Avrupa'daki yükselişi karşısında büyük bir üzüntü duysa da düşüncelerinden taviz vermeyi reddetti.
Emma Goldman
14 Mayıs 1940'da, Kanada'nın Toronto kentinde öldü. Chicago'da, Haymarket İsyanı sonucu asılan anarşistlerin gömüldüğü yerin yakınına gömüldü.
******************
Ursula Kroeber Le Guin, ABD'li yazar.
1929’da Kaliforniya, ABD’de dünyaya geldi. Antropolog bir babayla (Alfred Kroeber) yazar bir annenin (Theodora Covel Brown Kracaw Kroeber) kızıdır. Massachusetts-Radcliffe College’tan sonra Columbia Üniversitesi'ni bitirdi. “Fransa’da Orta Çağ ve Rönesans Dönemi Edebiyatı” üzerine yüksek lisans yaptı. 1951’de tarihçi Charles A. Le Guin ile evlendi. Üç çocuk dünyaya getirdi. Halen ABD’nin Oregon eyaletinde yaşamaktadır.
Bilimkurgu türünde yazmaya 1960'li yıllarda başladı. İlk öyküsü 1962’de yayınlandı. Pek çok üniversitede ders verdi, çeviri, derleme ve makaleleri yayınlandı. Le Guin, 1969'da yazmış olduğu "Karanlığın Sol Eli" adlı romanıyla Bilimkurgu dünyasının 2 büyük ödülü olan Hugo ve Nebula ödüllerini aldıktan sonra ün kazanmıştır. Ayrıca, 1974'te yazmış olduğu ütopik bilimkurgu romanı Mülksüzler ile 1975'de yine Hugo ve Nebula ödüllerini almıştır. Bilimkurgu ve fantastik kurgunun yanısıra şiir ve çocuk kitapları da bulunmaktadır.
LeGuin, teknolojik gelişmelerin değil, politika, toplumbilim ve psikolojinin öne çıktığı ve alternatif toplum biçimlerinin sorgulandığı bilimkurgu yaklaşımının en önemli temsilcilerindendir.
Eserleri arasında özellikle
Yerdeniz Üçlemesi ya da sonradan eklenen dördüncü kitapla Yerdeniz Dörtlemesi (ing. Earthsea Quartet) çok ciddi hayran kitlesine ulaşmıştır. Bu serinin 3. romanı olan "En Uzak Sahil" (The Farthest Shore) kitabıyla 1973 yılında Çocuk Kitapları için verilen ABD milli ödülü (National Book Award) kazamıştır.
Temel feminist teoreme oldukça hakim olan LeGuin yazılarında teorisini gizlice vererek erkek okuru rahatsız etmez ve teoriyi okuyucuya gizlice zerk eder. Anarşist eğilimli ya da anaerkil toplumlar yaratmaktan çekinmez. Zaten hayatı boyunca asice hareket etmiştir. Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar adlı makale denemesinde, bir yazısında zamanında Playboy dergisinde bile yazdığını söylemektedir. Pek çok okuru için bilge bir kadın tiplemesi olan LeGuin Ged (Çevik Atmaca) karakteri ile de pek çok okurun kişiliğine etki etmiştir. Yüzüklerin Efendisindeki bilge ve ilk yaratılan Gandalf'ın aksine (Gandalf Tolkien mitosunda ilk yaratılan ve kutsal olan maiardandır. Bkz. Güç Yüzüklerine Dair adlı Tolkien kitabı) LeGuin'in baş kahramanı Ged Gontlu bir keçi çobanı olarak başlayıp Roke adası büyücülerinin en büyüklerinden olmuştur. Yeraltı tanrılarının başrahibesi Tenar ise sıradan bir kadın olmayı tercih ederek kendini bulmuştur. LeGuin'in her kahramanı, her romanı bir süreç, bir değişim anlatır. Bilgeliği ve büyümeyi değişmekten korkmamakta bulur. Le Guin'in karakterleri basma kalıp kahramanlardan uzaktır. Genç mükemmel kadın ve erkekler yaratmayan yazarın kahramaları genellikle yaşlı adamlar veya koca karılar cılız, sakat veya tecavüze uğramış ve intikam peşinde koşamayacak kadar çaresiz çocuklardan oluşmaktadır. bu haliyle Le Guin romanları çaresizliği yaşama cesaretini vurgulayan mütevazi görünümlü gizli bir romantizim barındırmaktadır. oldukça sık kölelikten bahseder. öncelikle köleliği tüm şatafatlı sembollerinden arındırır. köleleri bir kölenin yalın ve itirazsız dünyasında her hangi bir şeyi sorgulama yeteneğinden yoksun insanlardır. isyandan bahseder ama yanlışlıkla köle sıfatı taşıyan soylu kurtarıcılardan yoksundur hikayeleri. kadınlık ve erkeklik, çocukluk ve erişkinlik, kölelik ve sahiplik gibi zıtlıklara vurgu yapmaktadır. Le guin yalın ama şiddet dolu bir evreni yansıtır. şiddeti adlandırmaktan çekinmez. özgürlük ve cesaret dolu bir dili vardır.
Eserleri [
değiştir]
Romanları [
değiştir]
Gifts, 2004
Earthsea 5: The Other Wind, 2001
The Telling, 2000
Always Coming Home, 1985
Earthsea 4: Tehanu, 1990
The Eye of the Heron, 1983
The Beginning Place, 1980
Malafrena, 1979
Very Far Away from Anywhere Else, 1976
The Word for World is Forest, 1976
The Dispossessed, An Ambiguous Utopia, 1974
Earthsea 3: The Farthest Shore, 1972
The Lathe of Heaven, 1971
Earthsea 2: The Tombs of Atuan, 1970
The Left Hand of Darkness, 1969
Earthsea 1: A Wizard of Earthsea, 1968
City of Illusion, 1967
Planet of Exile, 1966
Rocannon's World, 1966
Öykü kitapları [
değiştir]
Changing Planes, 2003
The Birthday of the World, 2002
Tales from Earthsea, 2001
Unlocking the Air, 1996
Four Ways to Forgiveness, 1995
A Fisherman of the Inland Sea, 1994
Searoad, 1991
Buffalo Gals, and Other Animal Presences, 1987
The Compass Rose, 1982
Orsinian Tales, 1976
The Wind's Twelve Quarters, 1975
Makaleler [
değiştir]
The Wave in the Mind, 2004
Steering the Craft, 1998
Dancing at the Edge of the World, 1992
The Language of the Night, 1989
Şiirler [
değiştir]
Sixty Odd, 1999
Going Out with Peacocks, 1994
Blue Moon Over Thurman Street (Roger Dorband'la birlikte), 1994
Wild Oats and Fireweed, 1988
Hard Words, 1981
Wild Angels, 1974
Türkçe'de LeGuin [
değiştir]
Yerdeniz Dizisi
Öteki Rüzgar (The Other Wind), 2004
Yerdeniz Öyküleri (Tales from Earthsea), 2001
Tehanu (Tehanu), Ocak 1996
En Uzak Sahil (The Farthest Shore), Temmuz 1995
Atuan Mezarları (The Tombs of Atuan), Nisan 1995
Yerdeniz Büyücüsü (Wizard of Earthsea), Eylül 1994 Metis, Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Uçuştan Uçuşa (Changing Planes) Metis, 2004 Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Başka Bir Yer,K Kitaplığı, 2002, Çeviri: Cem Akaş
Hep Yuvaya Dönmek (Always Coming Home), Ayrıntı, 2002, Çeviri: Cemal Yardımcı
Bağışlanmanın Dört Yolu (Four Ways to Forgiveness), Metis, 2001, Çeviri: Çiğdem Erkal İpek
Kadınlar Rüyalar Ejderhalar (Makaleler), Metis, 1999, Çeviri: Deniz Erksan
Dünyaya Orman Denir (The Word for World Is Forest), Metis, Eylül 1996, Çeviri: Özlem Dinçkal
Rocannon’un Dünyası (Rocannon's World), Metis, 1995, Çeviri: Tuba Çele
Her Yerden Çok Uzakta (Very Far Away from Anywhere Else), İmge Kitabevi, 1995, Çeviri: Semih Aközlü
Başlama Yeri (The Beginning Place), İletişim Yayınları, Haziran 1995, Çeviri: Can Eryümlü
Balıkçıl Gözü (The Eye of the Heron), Metis, Haziran 1995, Çeviri: Tuba Çele
Hayaller Şehri (City of Illusions), (Yeni baskısı Yanılsamalar Kenti adıyla yapılmıştır), İmge Kitabevi, 1994, Çeviri: Meltem Tayga
Karanlığın Sol Eli (The Left Hand of Darkness), Ayrıntı Yayınları, Ekim 1993, Çeviri: Ümit Altuğ
Atmacanın Türküsü (Wizard of Earthsea ve The Tombs of Atuan bir kitapta toplanmış), Ne Yayınları, Ekim 1992, Çeviri: Barış Karaoğlu, Gülsüm Ramazanoğlu
Gülün Günlüğü (The Wind’s Twelve Quarters ve The Compass Rose’dan alınan öyküler), Ayrıntı Yayınları, Mart 1992, Çeviri: Ümit Altuğ
Mülksüzler (The Dispossessed: An Ambiguous Utopia), Metis, Ocak 1990, Çeviri: Levent Mollamustafaoğlu
Sürgün Gezegeni (*), İthaki, Ağustos 1999, Çeviri: Ayşe Gorbon
*******************
Buenaventura Durruti Dumange
(14 Temmuz 1896, León - 20 Kasım 1936, Madrid), devrimci ve sendikalist İspanyol anarşist.
14 Temmuz 1896'da, León, İspanya'da sosyalist sendika UGT üyesi olan bir işçinin çocuğu olarak dünyaya geldi.
Devrimci konumu nedeniyle ihraç edileceği UGT’nin militanı olarak 1917'de devrimci genel greve katıldı. 1922'de Joan García Oliver ve Francisco Ascaso ile birlikte "Los Solidarios" grubunu kurdu. Bu grup 1923'de Gijón'da "Banco de España" soygununu düzenledi. Ayrıca Kardinal Juan Soldevil” y Romero suikastini de düzenledikleri kabul edilir. Kardinal,
Aragon’da önde gelen işçi liderlerini katleden “pistoleros blancos” çetelerini finanse eden isimler arasında önemli yer tutuyordu. Durruti önce Arjantin'e ve sonra anarşist yoldaşları ile birlikte bu ülkede ilk saldırısını gerçekleştireceği Şili'ye geçti; saldırı İspanya’daki hapishanelerde tutulan yoldaşlarını kurtarmak üzere kaynak toplamak için gerçekleştirilen bir kampanyanın sonucuydu. Durruti yolculuğuna diğer Latin Amerika ve Avrupa ülkeri ile devam etti.
1931’de İspanya’ya döndü ve
CNT'de faistalara (FAI yandaşları) katıldı – II. Cumhuriyet’le kavgalı olarak- 1932 ve 1933 isyanlarında yer aldı.
İspanya İç Savaşı'ndaki etkinliği [
değiştir]

Durruti cephede
1936 yılında patlak veren iç savaşta devrimci Temmuz olaylarının en önemli öncülerinden biri oldu. Barselona şehrinin savunmasında “Nosotros” (Los Solidarios'un takipçisi) grubu ile birlikte yer aldı; burada hayatı boyunca arkadaşlık ettiği Francisco Ascaso, milliyetçiler tarafından açılan ateş sonucu hayatını kaybetti. 20 Temmuz’da Barselona’daki ayaklanma bastırıldı ve CNT denetimi eline aldı. San Andrés Topçu Birliği parkının ele geçirilmesi ardından, CNT'nin önemli liderleri, Katalan Generalitat (hükümeti) başkanı Lluis Companys ile bir görüşme yaptı. Sonraki gün CNT yerel Federasyonlar Toplantısı ardından yapılan ikinci görüşmede, CNT'nin diğer liderleri ile birlikte Durruti, diğer örgütlerin de kabul ettiği, Katalunya Antifaşist Milisler Merkez Komitesi 'nin oluşturulmasını önerdi. Katalunya'nın denetimini elinde bulunduran güç odağı Komite (özgürlükçüler, ulusalcı ve marksist cumhuriyetçilerden oluşuyordu) oldu; çünkü burada alınan kararlar hükümet tarafından onaylanıyordu. Yaşanan iç tartışmalardan yorgunluğu ve bir iç savaşla karşı karşıya olmanın getirdiği yıpranmanın ardından Durruti, Anti Faşist Milisler Komitesi'nden (Taşımacılık birimi sorumlusu idi) cumhuriyetçi grup ile birlikte cepheye geçti. İlk işi Barselona'dan sonra, bir diğer anarşist merkez olan Zaragoza 'nın milliyetçilerden kurtarılması için savaşa katılmaktı. Ünlü Durruti Birliği'ni toplayarak Zaragoza'nın yolunu tuttu.

Buenaventura Durruti'nin mezarı Montjuïc
Komünist ajanlar, bu bölüğe silah, top vb. silahların verilmesine engel oldu. Bu yüzden gittiği yerlere birlikte götürdüğü insan sayısını sınırlı tutmak zorunda kaldı. Bu insanlar arasında devrim yapmada köylüler bağımsız görünüyordu: Toprak sahiplerinin elinden toprakları kollektifleştirilerek alınmıştı, özel mülkiyet kayboluyordu ve özgürlükçü komünizm yerleşiyordu. Aynı yılın Kasım ayında Durruti, birliği ile birlikte ayaklanan askerlerin saldırısını denetim altına almak üzere
Madrid'e gitti (Madrid Cephesi).
Madrid Klinik Hastanesi yakınlarında, Princesa Sokağı'nda
[1] bulunduğu sırada nereden geldiği bilinmeyen bir kurşunla ölümcül bir yara aldı. Durruti’yi yaralayan kurşunun nereden ateşlendiğine dair çeşitli hipotezler bulunuyor. Bunlardan bazıları kurşunun “naranjero” (Schmeisser MP28 II) adı verilen kendi silahından çıktığını iddia ediyor, diğerleri stalinist ajanlarca suikasta uğradığını işaret ediyor. Bir kaza olduğu iddiaları oldukça gerçeğe yakın görünüyor; bahsedilen silah modeli güvenlik bakımından oldukça yetersiz ve dipçiğinin yere çarpması ile kolayca ateş alabilir. Fakat Durruti hayattayken Madrid Cephesinde birlikte olduğu ve ölümü ardından Barselona’ya götürülürken de ona eşlik eden “Los Solidarios” döneminden beri arkadaşı olan Joan García Oliver, El Eco de los Pasos adlı biyografik kitabında bu varsayılan hikâyeye hiç inanmadığını anlatır; çünkü ona göre Durruti hayatında hiç "narajero" kullanmamıştır. García Oliver de onu bu silahla hiç görmemişti. Ayrıca Durruti'ye sürekli bir fotoğrafçı ve doktorun eşlik ettiğini hatırlatarak, fotoğraflarda buna dair bir iz dahi bulunmadığını söyler.
Sovyet taraftarı olmayan POUM lideri Andreu Nin suikastinin NKVD tarafından gerçekleştirildiği gerçeği, Durruti’ninde SSCB rejimi tarafından öldürüldüğü şüphesini güçlendiriyor.
İspanyol yönetmen
Luis Bunuel' in anılarında bahsettiğine göre, Durutti'nin ölümünden onun Durutti ordularına sağladığı disiplin konusundaki başarısını affedemeyen bir grup anarşistin sorumlu olduğu düşüncesi de o dönemde oldukça yaygındı.[1]
Durruti üzerine çalışmalar [
değiştir]
Buenaventura Durruti İspanyol anarşizmi için büyük referanslardan biridir. Kişiliği üzerine geniş bir literatür bulunmaktadır. Bunlar arasında J.L. Gutiérrez Molina’nın bir çalışması ile birlikte, Abel Paz’ın “İspanyol Devriminde Durruti” adlı eseri vardır (Madrid, Anselmo Lorenzo Vakfı, 1996).
1999 yılında İspanyol-Fransız sinema prodüksiyonu olan “Buenaventura Durruti, anarşist” adlı filmde onun hakkındaki eserlerdendir.
Alıntılar [
değiştir]
"Özgürlüğe giden, işçi sınıfının zaferi ile tiranlığa giden faşistlerin zaferi olmak üzere sadece iki yol vardır. Her iki tarafta kaybedeni neyin beklediğini biliyor. Faşizmi sonsuza kadar yok etmeye hazırız, hatta cumhuriyetçi hükümete rağmen".
"Hiçbir hükümet faşizmi yok etmek üzere savaşmaz. Burjuvazi, güç elleri arasında kayıp gittiğinde, ayrıcalıklarını tekrar kazanmak için faşizmi diriltir".
"İspanya’da, Amerika’da ve heryerde, sarayları ve şehirleri yaratan bizleriz, biz işçiler onların ellerindekini almak için başkarını da inşaa edebiliriz ve daha iyilerini. Biz yıkımlardan hiç mi hiç korkmuyoruz. Dünya bizlere kalacak; bunda en ufak şüpheye yer yok. Burjuvazi tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyasını yıkabilir. Biz yeni bir dünyayı burada, kalbimizde taşıyoruz. Bu dünya şu an büyüyor".
"Işığıyla aydınlatan tek kilise, alevler içinde yanan kilisedir".
Durruti üzerine çalışmalar [
değiştir]
Buenaventura Durruti, anarşist Albert Boadella ve Els Joglars. Chicho Ferlosio. Müzik Michel Portal
Anarşinin Kısa Yazı, Buenaventura Durruti'nin Yaşamı ve Ölümü.
Hans Magnus Enzensberger
Labirentteki Durruti.
Miguel Amorós, ed. Muturreko Burutazioak, 2006.
Durruti'yi Öldüren Adam.
Pedro de Paz, ed. Germanía, 2004.
Durruti'nin Ölümü.
Joan Llarch, ed. Plaza & Janés, 1976.
******************
Mihail Aleksandroviç Bakunin
(Михаил Александрович Бакунин) (30 Mayıs 181413 Haziran 1876) tanınmış bir Rus anarşisttir. Anarşist düşünürlerin ilk kuşağının temsilcilerindendir ve “anarşizmin babaları” olarak anılan düşünürlerden biridir.
Hayatı
Bakunin
Moskova’nın Kuzeybatısı'nda, Torzok ve Kuvşinovo arasındaki Piramukhino köyündeki aristokrat bir ailenin çocuğudur. 14 yaşındayken Topçuluk Üniversitesinde askerî eğitim aldığı St. Petersburg’a gitti. Eğitimi 1832 yılında tamamlandı ve Rusya İmparatorluk Muhafız Alayı’na düşük rütbeli bir subay olarak atandı ve Minsk’e, Gardinas’a, Litvanya’ya (artık Belarus) gönderildi. Babası Bakunin’in askerî veya sivil göreve devam etmesini istiyorduysa da, o 1835 yılında ikisini de terk ederek, felsefe okumayı umut ettiği Moskova’ya geçti.
Bakunin Moskova’da eski üniversitelilerden oluşan bir grupla arkadaşlık kurdu ve ardından sistematik bir idealist felsefe çalışmasına başladı. Özellikle de
Schelling, Fichte ve Hegel’e yoğunlaştı. Başından beri o ve arkadaşları çalışmalarını, o dönem modern bilimin başkenti sayılan Berlin’e bir seyahat yaparak tamamlamak istiyorlardı. Bakunin’in âilesi bu yolculuğun masraflarını karşılamayı reddetti; ama sonunda yumuşadılar ve 1840 yılında yolculuğa çıktı.
O sıralar Bakunin’in plânı üniversitede profesör olmaktı (arkadaşlarının deyimiyle “doğruluğun râhibi”). Fakat daha sonra “Sol Hegelciler” adı verilen radikal öğrencilerle karşılaştı ve onlara katıldı. Berlin’deki sosyalist harekete dâhil oldu. Buradan
Proudhon ve George Sand’le karşılaşacağı, Polonyalı sürgünlerin lideriyle tanıştırılacağı Paris’e geçti. Paris’ten İsviçre’ye seyahat etti. Burada bir süre kalarak sosyalist hareketlerde faâl olarak bulundu.
İsviçre’deyken, Bakunin Rusya hükûmeti tarafından Rusya’ya çağrıldı ve çağrıyı reddetmesi üzerine mallarına el konuldu. 1848 yılında Paris’e döndüğünde, Rusya’ya karşı ateşli bir saldırı başlattı ve bu Bakunin’in Fransa’dan sürülmesine neden oldu. 1848’in devrimci hareketleri kendisine demokratik ajitasyon yapan köktenci bir kampanyaya katılma fırsatını verdi ve 1849 Mayısındaki Dresden ayaklanmasına katılması nedeniyle tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. Bununla birlikte idam hükmü ömür boyu hapse çevrildi ve Rus yetkililere teslim edildi. Hapsedildi ve 1855 yılında doğu Sibirya’ya gönderildi.
Bakunin
Amur bölgesine gitmek için izin talep etti ve buradan kaçmayı başararak Japonya’ya, ardından da 1861 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nden İngiltere’ye geçti. Geri kalan yaşamını batı Avrupa’da, özellikle de İsviçre’de sürgünde geçirdi. 1869 yılında Sosyal Demokratik Birliği kurdu. Bununla birlikte Birinci Enternasyonal’in uluslar arası bir organizasyon olduğu ve yalnızca ulusal organizasyonların üyeliğe kabûl edildiği bahanesiyle Bakunin’in kurduğu birlik Birinci Enternasyonal’e alınmadı. Oluşturulduğu yıl dağılan bu birliği oluşturan çeşitli gruplar daha sonra Enternasyonal’e ayrı ayrı katıldılar.
1870 yılında Bakunin Lyons’taki başarısız bir ayaklanmaya önderlik etti. Ayaklanma daha sonra
Paris Komünü için örnek teşkil etti. Karl Marx ve Friedrich Engels daha sonra bu komünü onayladılar ve onu proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak tanımladılar; bununla birlikte Marx Lyons’taki ayaklanmanın erken ve maceracı bir ayaklanma olduğu görüşündeydi. Çünkü başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Aynı zamanda da Bakunin'in önderliğinde olması böyle bir değerlendirmeyi getirebilirdi.
Bakunin’in 1872’deki
Lahey Kongresi’nde Marx’ın üstün gelmesiyle Enternasyonal’den tasfiye edilmesi, Marksist düşüncenin devletin nihâî çözülmesinden önce kurulmasını öngördüğü işçi devleti görüşü ile Bakunin’in böyle bir ara basamağa gerek olmadığına dâir görüşü arasındaki uyuşmazlığın açık bir temsili oldu. Marx’ın (dehâsını kabûl ederek) yaptığı sınıf çözümlemesini ve kapitalizme ilişkin öne sürdüğü ekonomik teorilerini kabûl etmekle birlikte, Devlet ve Otorite hakkındaki görüşlerini de son derece âciz, yetersiz buluyordu. Marx’ın küstah ve kibirli olduğunu ve yöntemlerinin komünist devrimi tehlikeye atacağını düşünüyordu. "Bakunin Yahudi kökenli olduğu için Marx’a saldırarak anti-semitist olduğunu da açığa vurdu" diyenler de vardır. Fakat ilginç olan Marx'ın redaktörlüğünü yaptığı Neue Rheinische Zeitung'da Bakunin'in Rus ajanı olduğunu iddia eden bir haberin ciddi imiş gibi yayınlanması ve Avrupa'da tüm burjuva basınının ve bunlara hâkim Yahudi kökenlilerin bu sözde haberi sık sık tekrarlamaları karşısında Bakunin anti-semitist sayılabilecek ifâdeler de kullanmıştır. Bu haber özellikle Marx'a çok yakın Utin (daha sonra Çar'dan özür dilemiş ve Rusya'da yaşamasına izin verilmiştir) tarafından sürekli gündemde tutulmuştur.
Bakunin 1873 yılında Lugano’da bir köşeye çekildi ve 13 Haziran 1876’da Bern’de öldü.
Politik görüşleri [
değiştir]

Devletçilik ve Anarşi adlı eserinin ilk basımı, 1873.
Bakunin hangi isim ya da biçim altında olursa olsun,
Tanrı da dahil olmak üzere tüm dış otorite sistemlerini reddediyordu. Ölümünden sonra 1882 yılında basılan Tanrı ve Devlet adlı eserinde şöyle yazıyordu:

İnsanın
özgürleşmesi yalnızca buna bağlıdır, çünkü o doğanın yasalarına itaât eder; onlar insana dışarıdan insanî veya ilâhî, kollektif veya bireysel her ne olursa olsun, herhangi bir yabancı irade tarafından empoze edildiği için değil, kendisi onları böyle kavradığı için.

Böylece doğa kanunlarının farkına her insan kendisi varır. Bakunin'in akıl yürütmesi sonunda bu kanunların kendi doğasının kanunları olduğu için, bireyin bunlara uymaktan başka çaresinin olmadığı ve bu nedenle politik organizasyonların, yönetimlerin ve yasaların derhâl yok olacağı düşüncesine varır.
Bakunin aynı şekilde herhangi bir imtiyazlı konumu veya sınıfı reddetmiştir. Çünkü "bu ayrıcalığın acayipliğidir ve her ayrıcalıklı konum insanın kalbini ve zihnini öldürür. Ayrıcalıklı insan, politik yâhut ekonomik fark etmez, zihnen ve kalben bozulmuş insandır".
Bakunin'in devrimci programını gerçekleştirme yöntemleri de onun prensiplerinden daha az anlamlı değildir. Bakunin’in tanımladığı gibi, bir devrimci özel bir ilgi veya duyguya izin vermeyen, din, vatanseverlik yâhut ahlâk konusunda, onu kelimenin her anlamıyla varolan toplumu altüst etme görevinden saptıracak hiçbir şüphe taşımayan, sâdık bir insan olmalıdır.
Mikhail Bakunin ve
Karl Marx arasındaki anlaşmazlık, anarşizm ve Marksizm arasındaki farklılığa ışık tutar: Anarşistler ve Marksistler aynı ortak hedefi (sosyal sınıfların ve devletin olmadığı özgür, eşit bir toplumun yaratılması) paylaşmakla birlikte, bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda büyük anlaşmazlıklar yaşarlar. Anarşistler sınıfsız, devletsiz topluma devlet aygıtı yoluyla değil emekçilerin özyönetim organları aracılığıyla ve proletarya diktatörlüğü gibi bir geçişi aşaması olmadan geçilmesi gerekliliğine inanırlar. Anarşistlere göre iktidar yozlaştırır. Marksistler böyle bir şeyin imkânsız olduğuna ve anarşistlerin çok idealist olduğuna inanırlar. Devlet aygıtını yok etmeyi değil ele geçirmeyi amaçlarlar. Marksistler sınıfsız ve devletsiz topluma, bir siyasal geçiş dönemi olan proletaryanın devrimci iktidarı (proletarya diktatörlüğü) ile geçileceğini öngörürler.
Anti-Semitizm [
değiştir]
Bakunin’in birçok anti-semitik basmakalıp sözü tekrar ettiği bilinir. Örneğin Yahudiler'i şöyle tanımlar: “sömürgeci bir mezhep, asalak insanlar, yalnızca ulusal sınırların ötesinde değil, aynı zamanda tüm politik görüş farklılıklarının ötesinde sıkıca ve samimiyetle birbirine bağlanmış homurdanan tek bir parazit… [Yahudiler'in] ulusal karakterlerinin temel özelliğini oluşturan ticarî hırsları vardır” Bununla birlikte Samiler hakkında mı yoksa pratikteki Yahudilik'ten mi bahsettiği açık değildir. Ama Bakunin’in yaşamı boyunca tüm dinleri eleştirdiği, onun zamanında Hıristiyanlık ve Yahudiliğin Avrupa’da çok baskın olduğu dikkate alınmalıdır. Bakunin’in
anti-semitizmi çoğunlukla olduğu gibi, Yahudilerin Avrupa kapitalizminin ve politikasının yönlendiricisi olduğu görüşüne dayanır. Karl Marx’la yaptığı bir polemiğin bir kısmını oluşturan şu sözü, Bakunin’in Avrupa’daki Museviler'i nasıl algıladığını gösterir:
“Bu Yahudi dünyası bugün çoğunlukla Marx’ın ve Rothschild’in komutası altındadır. Ben eminim ki bir taraftan Rothschildler Marx’ın faziletlerini takdir ediyorlar, diğer taraftan da Marx Rothschildler’e karşı içgüdüsel bir yakınlık ve büyük saygı besliyor. Bu tuhaf görünebilir. Komünizm ve yüksek finans arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Ho ho! Marx’ın komünizmi güçlü bir devlet merkeziyetçiliği istiyor ve bunun olduğu yerde – insanların emeği üzerine spekülasyonlar yapan – parazit Yahudi milleti daima varoluşunun anlamını bulacaktır…” Polemique contre les Juifs, 1872.
*******************************
----------------------------------------------------------


EMEĞİN ÖZGÜRLÜĞÜ DERGİSİNİ VE
ANARŞİYE DAİR BİRŞEYLER YAPAN
HERKESİ, HER GURUBU DESTEKLİYORUZ


ANARŞİST KOMÜNİZM

TEK YOL DEVRİM - TEK YOL ANARŞİ

KOMÜN-İSYAN-DEVRİM-ANARŞİ

NE PARTİ-NE DEVLET-NE LİDER
ANARŞİYE OMUZ VER

ÖZGÜRLÜK EZİLENLERLE GELECEK

******************************************************************














http://www.kaosyayinlari.com


KİTAP ADI
:
Ukrayna Anarşist Hareketi / Mahnovşçina
YAZARI
:
Peter Arşinov
ÇEVİRMENİ
:
Yeşim T. Başaran - Cemal Atila
ÖZGÜN ADI
:
History of the Makhnovist Movement
SAYFA
:
272 syf. fotoğraflı

Sovyet hükümetiyle Alman İmparatorluğu arasında varılan anlaşma gereğince, 1918 yılının ortalarında Alman-Avusturya birlikleri Ukrayna’yı işgal ettiler. Anarşist Nestor Mahno öncülüğündeki Ukrayna köylü direniş birlikleri Alman işgalini kırınca Aralık 1918’de Ukrayna’nın yolu yeniden Bolşeviklere açıldı. Mahnovistler’in özgür bölgelerine girerek onları otoriteleri altına almak istediler. Ancak, General Denikin ve Wrangel’in Beyaz Orduları tarafından tehdit edilen Bolşevik hükümet, Mahno komutasındaki Devrimci İsyan Ordusu’yla sık sık ittifak kurmak zorunda kalıyordu. Fakat, tehlike bertaraf edilir edilmez anlaşmayı ihlal ediyorlardı. Ekim 1920’de Mahnovistler, üç hafta gibi kısa bir sürede dört bin esir alarak Wrangel kuvvetlerini Kırım’da kesin bir yenilgiye uğrattılar. Bolşeviklerin artık Mahnovistlere ihtiyacı yoktu. Kızıl Ordu ve Çeka liderleri, 26 Kasım 1920’de Mahnovist komutanları bir konferansa davet ederek tümünü vurdular. Bu tarihten itibaren dokuz ay boyunca Kızıl Ordu ile Mahnovistler arasında tüm Ukrayna’ya yayılan amansız bir savaş başladı.
Bolşevik iktidar, Çarlık zulmünü kat be kat geride bırakan bir despotizmi devrim adına nasıl mübah gördüğünü, Ukrayna’da ayaklanan işçi ve köylülere karşı giriştiği katliamlarla ortaya koydu. Anarşistlerin özgür bölgelerine girerek onlara, devlet, parti ve Kızıl Ordu’nun otoritesini dayatmak isteyen Bolşevikler, üç yıl boyunca Mahnovistler’in sert direnişiyle karşılaştılar. Bu kitap, yazarının da katıldığı Mahnovist hareketin, Mahnovşçina’nın bütünüyle kuşatmaya alındığı 1921 yılında yazılmış. Olayları bizzat yaşayan Arşinov kitabın birçok bölümünü çatışmaların yoğun atmosferi içinde kaleme almış. Kitap, birinci elden bir belge niteliğindedir.

İçindekiler:
Rus Devrımi’nde Demokrasi ve Emekçi Kitleler
Büyük Rusya ve Ukrayna’da Ekim Devrimi
Ukrayna’da Devrimci Ayaklanma -Mahno
Hetman’ın İktidardan Düşüşü - Petlurizm - Bolşevizm
Mahnovşçina
Mahnovistler’in Uzun Geri Çekilişi ve Zafer
Mahnovistler’in Hataları
Sovyet Hükümeti'yle Yapılan Anlaşma
Mahnovşçina’da Ulusal Sorunun Anlamı
Mahno’nun kişiliği
Hareketin Bazı Üyeleri Hakkında Biyografik Notlar
Mahnovşçina ve Anarşizm
Sonuç
Çeşitli Mahnovist Bildiriler
Anarşist Komünistlerin Örgütlenme Platformu
Yitirilmiş Devrimler Paris’e Gömülür



dünyada antifa

Alfabetik Liste :

A-Infos Anarşist Haber Ağı


An kara Fanzin


Anarkismo


Anarkom


Anarkotopya


Anarşi Forum


Anarşi Kolektifi Ankara


Anarşist Bakış


Anarşist Komünist İnisiyatif


Anarşiv


Anti-otoriter Komün


Anti-Pop


Atrakya


Attack To Society


Bireyin not defteri


Çalışmaya Hayır


Çorlu'dA


Dahke Fanzin


Dergi Pan [anarşist e-dergi]


Doğrudan Eylem


DTCF Muhalifleri


Emek Araştırmaları ve Dayanışma Topluluğu


Gezgin Tao


Global Disaster


Gözetleme Kamerası Oyuncuları


Hayvan Özgürlüğü


Indymedia İstanbul


Kaos GL


Kaos Yayınları


Kara Gazete


Kara Güneş

Sokak müziği yapan bir grup
Kara Haber Video Eylem Atölyesi

Kara Kukla


Kara Kızıl Notlar


Kara Mecmu-A Forum


Kara MecmuA


Kara-Kızıl Forum


Kara-Kızıl Kollektifi


Kara-Kızıl Paris


Karahat


Karakök Otonomu Türkiye/İsviçre


Komün Hayatı


Koyaanisqatsi Fanzin


körotonomedya


Kır Anarşi


Lambda İstanbul


Liberter


Lilith Kolektifi


MorEl Eskişehir LGBTT Oluşumu


Mülksüzler Radyo


Otonom-X


otonomA


otonomizmir


Portakalzine


ProleterTeoriA


Radikal Karar Anı


Radikal Karar Anı Forum


RASH Ankara


Sanal Aylık Teorik E-Dergi


Sanal Molotof


Sanal Molotof Mesaj Panosu


Savaş Karşıtları


Solucan Fanzin


Spontan


Taçanka


Toplumsal Ekoloji


Türkçe Metinler


Uygarlığa Karşı


Veganarşi


Yabanıl


İç Mihrak


İnat!


İzinsiz Gösteri